2011 yılı hesap özeti

2 yorum:

Bendeniz uzun yıllardır yeni yılı bırak kutlamayı çekirdek çıtlatarak bile girmem. Hesap kitap yaparım yılın son ayında hayata dair. İşlere dair. Son hafta bu daha da artar. Ne kazandık, ne kaybettik. Neler oldu neler geldi, kimler geçti gitti. Size de tavsiye ederim. İçip, sıçıp ne kadar rezil olursak o kadar iyi demekten iyidir.

Öncelikle memleketin hali ekonomi hariç pek de hoşuma gitmiyor. Mazallah dış düşman sayısı arttı. Sıfır sorun politikası başına 1 eklenip en az 10 olmuş durumda. Terör belası ile mücadele derken, 30-40 g.doğulu vatandaşımızı bombalamamızın şoku ise hepimizin üzerinde. Tabi bu şok geçince anlıyoruz ki vatandaşlarımız kaçakçı imiş, buna göz yumuluyormuş geçim kaynakları yok diye. Düşünmesi bile üzücü, can sıkıcı.

Net alemi blogdan face'ye ordan twittere doğru akıyor. Ben TV programlarında twitter adresleri görmek dışında pek birşey anlamıyorum hala twitterden. İhtimal ki öyle de ölüp gidicem. Napim bir yanım da eksik kalsın. Face ve blog mesajlarım oraya otomatik gidiyor zaten. Üzücü ama blog dünyası kan kaybediyor, su üstüne yazılan yazılar daha rağbet görüyor.

İşler, güçler dersen ülkemiz acayip kalkınıyormuş ama nedense bu bana pek yansımıyor. Kötü giderken acayip kalın yansırdı. Her krizde bir yerime batmış kıymık izleri var. Yara, bereleri de saracağız ama bankacılık sektörünün hiç arkamızı boş bıraktığı yok ki. Buna bir de telekom sektörünü eklemek gerek. Şimdi elektrik sektörü de sıraya girmiş durumda. Hepimizi öpen öpene, yeni yıllarda bu ilişkiden doğacak çocukların babaları belli olmayacak bu gidişle.

Yaş ilerliyor. Henüz romatizmalarım azmadı ama romantizm cephesinde biraz azalma var. Hayata daha mı gerçekçi bakıyorum bugünlerde bilmem. Şiir miir yazamıyorum mesela. Güzel aşk, meşk sözleri gelip gidiyor bazen. O da muhatabına ulaşmadan havada asılıp kalıyor.

Karın doyuran işlere doğru bir meyil var bende. Giderayak paracı bir moruk olup çıkmaktan korkuyorum. Bu yılbaşında kimse bilet almasın diye bir sürü umut kırıcı mesaj yazdım Face'de. Bana çıkçak siz almayın diye. Umarım MP beni dava etmez:)) Zaten bana çıkarsa da yarısını Face arkadaşlarıma dağıtacağımı söylemiştim. Bazıları bilet almayı unuttuğumu duyarlarsa çok kızacaklar:)

Kilo veremiyorum. Sağlıklı bir bünye için vermek şartmış ama bu yaştan sonra cinsel tercihimi mi değiştireyim canım. Veremiyorum işte. Eskiden olsa veresiye bile verirdim. Ona güven buna güven, ne satarsan sat alan geri gelmiyor. Artık veresiyeyi de kestik. Yeni yılın ilk icraatı dükkana bir veresiye verilmez yazısı asmak olacak. 

Yarım kalmış bir sürü blog yazım var. Yeni yılda gaza gelir, bir heyecanla belki hepsini tamamlarım. Belki de bu iştahsızlıkla sürünür dururlar bir gün bu adam bize ne zaman bir el atıp yazacak diye.


Hayatta en kötü şey, umutsuzluk, heyecansızlık, yeni birşeyler yapma arzusunu yitirmek. Zaman geçtikçe de ruh haliniz o oluyor zaten. Hatta bazen hayatın size yüklediği dertler sıkıntılar bile ona tutunmak için bir ilaç gibi gelebiliyor. En azından başınızdan atmanız gereken bir derdiniz sizi meşgul ediyor.

Yeni bir yıl, bir bebek, bir genç kız ya da erkek ile temsil edilir. Buyursun gelsin hoşgelsin. Biliyoruz olay bir takvim hareketinden ibaret. Duvardaki takvimi değiştireceğiz hepsi o. Bugün ne ise yarın da o olacak. Ancak özel günlerin, gecelerin icad edilmesinin kapitalist beklentiler dışında, insan ruhunda bir tazelenme, hayata tutunma gibi işlevleri de olduğu aşikar.

O zaman buyursun gelsin arkadaşımız. Nasıl olsa birlikte 365gün geçireceğiz. Şimdilik başımızın üstünde yeri var. Zaten zaman geçtikçe, o başımızdan    aşağı inip bizi kucağına oturtacak.


Hamiş: Küçük bir not da Yeni yıl kutlamalarına karşı olup, Mekke'nin fethini bazen rumi, bazen miladi, bazen hicri takvime göre bu işe bahane etmek isteyen kardeşlere; Gidin evinize yatın kardeşim...

Bendeniz uzun yıllardır yeni yılı bırak kutlamayı çekirdek çıtlatarak bile girmem. Hesap kitap yaparım yılın son ayında hayata dair. İşlere dair. Son hafta bu daha da artar. Ne kazandık, ne kaybettik. Neler oldu neler geldi, kimler geçti gitti. Size de tavsiye ederim. İçip, sıçıp ne kadar rezil olursak o kadar iyi demekten iyidir.

Öncelikle memleketin hali ekonomi hariç pek de hoşuma gitmiyor. Mazallah dış düşman sayısı arttı. Sıfır sorun politikası başına 1 eklenip en az 10 olmuş durumda. Terör belası ile mücadele derken, 30-40 g.doğulu vatandaşımızı bombalamamızın şoku ise hepimizin üzerinde. Tabi bu şok geçince anlıyoruz ki vatandaşlarımız kaçakçı imiş, buna göz yumuluyormuş geçim kaynakları yok diye. Düşünmesi bile üzücü, can sıkıcı.

Net alemi blogdan face'ye ordan twittere doğru akıyor. Ben TV programlarında twitter adresleri görmek dışında pek birşey anlamıyorum hala twitterden. İhtimal ki öyle de ölüp gidicem. Napim bir yanım da eksik kalsın. Face ve blog mesajlarım oraya otomatik gidiyor zaten. Üzücü ama blog dünyası kan kaybediyor, su üstüne yazılan yazılar daha rağbet görüyor.

İşler, güçler dersen ülkemiz acayip kalkınıyormuş ama nedense bu bana pek yansımıyor. Kötü giderken acayip kalın yansırdı. Her krizde bir yerime batmış kıymık izleri var. Yara, bereleri de saracağız ama bankacılık sektörünün hiç arkamızı boş bıraktığı yok ki. Buna bir de telekom sektörünü eklemek gerek. Şimdi elektrik sektörü de sıraya girmiş durumda. Hepimizi öpen öpene, yeni yıllarda bu ilişkiden doğacak çocukların babaları belli olmayacak bu gidişle.

Yaş ilerliyor. Henüz romatizmalarım azmadı ama romantizm cephesinde biraz azalma var. Hayata daha mı gerçekçi bakıyorum bugünlerde bilmem. Şiir miir yazamıyorum mesela. Güzel aşk, meşk sözleri gelip gidiyor bazen. O da muhatabına ulaşmadan havada asılıp kalıyor.

Karın doyuran işlere doğru bir meyil var bende. Giderayak paracı bir moruk olup çıkmaktan korkuyorum. Bu yılbaşında kimse bilet almasın diye bir sürü umut kırıcı mesaj yazdım Face'de. Bana çıkçak siz almayın diye. Umarım MP beni dava etmez:)) Zaten bana çıkarsa da yarısını Face arkadaşlarıma dağıtacağımı söylemiştim. Bazıları bilet almayı unuttuğumu duyarlarsa çok kızacaklar:)

Kilo veremiyorum. Sağlıklı bir bünye için vermek şartmış ama bu yaştan sonra cinsel tercihimi mi değiştireyim canım. Veremiyorum işte. Eskiden olsa veresiye bile verirdim. Ona güven buna güven, ne satarsan sat alan geri gelmiyor. Artık veresiyeyi de kestik. Yeni yılın ilk icraatı dükkana bir veresiye verilmez yazısı asmak olacak. 

Yarım kalmış bir sürü blog yazım var. Yeni yılda gaza gelir, bir heyecanla belki hepsini tamamlarım. Belki de bu iştahsızlıkla sürünür dururlar bir gün bu adam bize ne zaman bir el atıp yazacak diye.


Hayatta en kötü şey, umutsuzluk, heyecansızlık, yeni birşeyler yapma arzusunu yitirmek. Zaman geçtikçe de ruh haliniz o oluyor zaten. Hatta bazen hayatın size yüklediği dertler sıkıntılar bile ona tutunmak için bir ilaç gibi gelebiliyor. En azından başınızdan atmanız gereken bir derdiniz sizi meşgul ediyor.

Yeni bir yıl, bir bebek, bir genç kız ya da erkek ile temsil edilir. Buyursun gelsin hoşgelsin. Biliyoruz olay bir takvim hareketinden ibaret. Duvardaki takvimi değiştireceğiz hepsi o. Bugün ne ise yarın da o olacak. Ancak özel günlerin, gecelerin icad edilmesinin kapitalist beklentiler dışında, insan ruhunda bir tazelenme, hayata tutunma gibi işlevleri de olduğu aşikar.

O zaman buyursun gelsin arkadaşımız. Nasıl olsa birlikte 365gün geçireceğiz. Şimdilik başımızın üstünde yeri var. Zaten zaman geçtikçe, o başımızdan    aşağı inip bizi kucağına oturtacak.


Hamiş: Küçük bir not da Yeni yıl kutlamalarına karşı olup, Mekke'nin fethini bazen rumi, bazen miladi, bazen hicri takvime göre bu işe bahane etmek isteyen kardeşlere; Gidin evinize yatın kardeşim...

Babanız kurban olsun size

Hiç yorum yok:
Rating canavarına karşı yapılan operasyonun en güzel tarafı en azından bir müddet sevdiğimiz dizi ve programlara dokunulamayacak olması.

Ben beğendiğim diziyi herkes beğenir; bu AGB ölçümleri de ona göre yapılıyor herhalde diye saf saf düşünenlerdendim. Gel gör ki öyle değilmiş. Bu işin cılkı çoktan çıkmışmış zaten. Oh olsun! O zaman deney faresi modundan çıkıp, beğendiğim bir diziyi daha paylaşayım sizinle. Belki izler, siz de beğenirsiniz.

FOX Tv'de yayınlanan "Babam için" dizisi: Dizi hakkında ayrıntılı bilgiyi şu arkadaş blogunda yazmış okumanızı salık veririm. Dizi kısaca, özlediğimiz tipte bir babanın ailesini bir arada tutma çabasını ve çocuklar etrafında  gelişen olayları anlatıyor. Dizide, baba rolünde karikatürist ve oyuncu "Hasan KAÇAN" yer alırken, diğer rollerde bir çok tanıdık simanın yanında yeni yüzler de rol alıyor.

Dizinin en sevdiğim yanı ise, sıradan (bizden) karakterler içermesi. Bizlere gülümsemenin yanında unuttuğumuz aile değerleri ve en önemlisi "gözyaşımızı" da yeniden hediye etmesi.

Daha fazla anlatmak yerine, diziyi izlemenizi tavsiye ederim.

Rating canavarına karşı yapılan operasyonun en güzel tarafı en azından bir müddet sevdiğimiz dizi ve programlara dokunulamayacak olması.

Ben beğendiğim diziyi herkes beğenir; bu AGB ölçümleri de ona göre yapılıyor herhalde diye saf saf düşünenlerdendim. Gel gör ki öyle değilmiş. Bu işin cılkı çoktan çıkmışmış zaten. Oh olsun! O zaman deney faresi modundan çıkıp, beğendiğim bir diziyi daha paylaşayım sizinle. Belki izler, siz de beğenirsiniz.

FOX Tv'de yayınlanan "Babam için" dizisi: Dizi hakkında ayrıntılı bilgiyi şu arkadaş blogunda yazmış okumanızı salık veririm. Dizi kısaca, özlediğimiz tipte bir babanın ailesini bir arada tutma çabasını ve çocuklar etrafında  gelişen olayları anlatıyor. Dizide, baba rolünde karikatürist ve oyuncu "Hasan KAÇAN" yer alırken, diğer rollerde bir çok tanıdık simanın yanında yeni yüzler de rol alıyor.

Dizinin en sevdiğim yanı ise, sıradan (bizden) karakterler içermesi. Bizlere gülümsemenin yanında unuttuğumuz aile değerleri ve en önemlisi "gözyaşımızı" da yeniden hediye etmesi.

Daha fazla anlatmak yerine, diziyi izlemenizi tavsiye ederim.

Pazartesi beklenen İstanbul depremi

2 yorum:
Ülkemizin tanınmış deprem uzmanı profesörlerce yılbaşı öncesi kritik bir 15güne girildiği bildirildiği günden beri İstanbul'da büyük çaplı yıkımlara sebep olacak ve tüm marmara bölgesini etkileyecek 7-8 büyüklüğünde beklenen deprem öncesi vatandaşların panik halinde önlem almaya çalıştığı gözleniyor.

Bir çok bakkal ve markette deprem çantaları tükendi. İnsanlar evlerine çağırdıkları ustalara mobilyalarını duvarlara tesbit ettiriyorlar. Zemin etüdleri ve bina sağlamlaştırmaları bir çok binada geçen ay tamamlanmıştı.
Okullarda çocuklara verilen deprem eğitimleri sayesinde evlerde anne babalarda duyarlı hale geldi. Herkesin deprem çantası yatağının başucunda. vs vs vs..

Her gün tvlerde deprem haberleri izliyoruz. Simav ve Van depremleri çok taze. Hala çadırlarda yaşayan insanlar, çıkan yangınlarda ölen çocuklar... Deprem dedenin sürekli yıllardır dilinde tüy bitmesine rağmen bir çoğumuz yine mal gibi yatıp uyuyoruz. Önlem mönlem aldığımız yok. Bir an deprem oluyor, yıkım oluyor. Acılar travmalar sonra unutup gidiyoruz.

Deprem gerçeği ile yaşamak, her an hazır olmaya çalışmak demek depreme. Ama hazır olsaydık böyle olur muydu. Her işimiz gibi depreme hazırlığımız da Türk işi. Allah'a emanet gidiyoruz ama müteahhite emanet edilmiş canlarımız. Sonra da kendi ihmallerimize.

Sahi kaç kişinin deprem çantası var evinde. Yakınında kaç kişi mobilyalarını duvara sabitletti? Siz hala başlığa mı takıldınız. Evet bu Pazartesi İstanbul'da deprem olacak. İnanmıyor musunuz. Girin bakın Kandilli verilerine her an her gün Türkiye'de bir yerlerde deprem oluyor.

Şiddetini Allah bilir, yıkımını da büyük ölçüde bizim ihmal ve  davranışlarımız belirliyor...
O yüzden bu yazıyı okumanız bitince lütfen şu linke de bir göz atın.
Ülkemizin tanınmış deprem uzmanı profesörlerce yılbaşı öncesi kritik bir 15güne girildiği bildirildiği günden beri İstanbul'da büyük çaplı yıkımlara sebep olacak ve tüm marmara bölgesini etkileyecek 7-8 büyüklüğünde beklenen deprem öncesi vatandaşların panik halinde önlem almaya çalıştığı gözleniyor.

Bir çok bakkal ve markette deprem çantaları tükendi. İnsanlar evlerine çağırdıkları ustalara mobilyalarını duvarlara tesbit ettiriyorlar. Zemin etüdleri ve bina sağlamlaştırmaları bir çok binada geçen ay tamamlanmıştı.
Okullarda çocuklara verilen deprem eğitimleri sayesinde evlerde anne babalarda duyarlı hale geldi. Herkesin deprem çantası yatağının başucunda. vs vs vs..

Her gün tvlerde deprem haberleri izliyoruz. Simav ve Van depremleri çok taze. Hala çadırlarda yaşayan insanlar, çıkan yangınlarda ölen çocuklar... Deprem dedenin sürekli yıllardır dilinde tüy bitmesine rağmen bir çoğumuz yine mal gibi yatıp uyuyoruz. Önlem mönlem aldığımız yok. Bir an deprem oluyor, yıkım oluyor. Acılar travmalar sonra unutup gidiyoruz.

Deprem gerçeği ile yaşamak, her an hazır olmaya çalışmak demek depreme. Ama hazır olsaydık böyle olur muydu. Her işimiz gibi depreme hazırlığımız da Türk işi. Allah'a emanet gidiyoruz ama müteahhite emanet edilmiş canlarımız. Sonra da kendi ihmallerimize.

Sahi kaç kişinin deprem çantası var evinde. Yakınında kaç kişi mobilyalarını duvara sabitletti? Siz hala başlığa mı takıldınız. Evet bu Pazartesi İstanbul'da deprem olacak. İnanmıyor musunuz. Girin bakın Kandilli verilerine her an her gün Türkiye'de bir yerlerde deprem oluyor.

Şiddetini Allah bilir, yıkımını da büyük ölçüde bizim ihmal ve  davranışlarımız belirliyor...
O yüzden bu yazıyı okumanız bitince lütfen şu linke de bir göz atın.

Nitelikli çoğunluk aranıyor

4 yorum:
Eskiden buralar hep dutluktu. Biz kırk kişiydik birbirimizi bilirdik. Sonra ne oldu birden blog dünyası popüler oldu ardından herkes herkesi eklemeye başladı. Derken bir baktık bir kaç yüz kişi bizi ekliyor. Bazılarımızın izleyici sayısı binleri buldu. Ama bir atasözü daha gerçekleşti ardından "nerde çokluk orda yokluk." Sayılar birileri için çok anlam ifade etse de işin niteliğini düşündüğünüzde durum hiç de öyle göründüğü gibi değil.

Aynı şey bu kez çok daha korkunç biçimde Facebook ardından da Twitter'de başına geldi insanların. Sahi ne yapacaksınız, yüzlerce sizi takip edecek kişiyi. Ya da sizi takip eden yüzlerce kişi, ne yapacak sizin ağzınızdan çıkan kelimeleri.

Hurra! "Altına hücum" kültürü sona erecek birgün. Taze ot'a konan sinekler gibi her çıkan yeni uygulamanın "okunu yayından" çıkarmaktan vazgeçecek ve nitelikli yazılar, nitelikli yazarlar okumaya başlayacağız. En azından arkadaş çevremizden, ya da yazılarına anlam yükleyebildiğimiz, gerçekten kalemi güçlü insanlardan oluşan bir takip listemiz olacak. Herkes kendi ilgi alanına göre bir kaç on tane blog izleyecek. Hızla eklediğimiz sayfaları hızla gözden çıkaracağız. Çünkü herkesi izleyelim derken, şimdi kimse hiç kimseyi izleyemez, okuyamaz hale geldi. Her ağzımızdan çıkanı Tweet'lemekten de blog yazamaz olduk. Samanlıkta iğne arıyoruz, düşüncelerimizi çöpe atıyoruz yani.

Tabi ki herkesin yazdıkları kendince değerli, tabi ki bizim önemsediğimiz birini diğeri önemsemeyebilir. İlgi alanlarımız, yazılardan aldığımız tadlar değişebilir. Zaten olması gereken de bu. İnternet gerçekten bir okyanus. Yeni medya düzeninin "hit adamları" her yerdeler. Çünkü her yerde olmak zorundalar. Bir kaç gün, birşeyler yazmasalar kaybolup gidecek belki de sahte yıldız ışıkları. Kimileri bu işe kendini kaptırmış, kimileri ise sanal şöhretin gelip geçici olduğunun farkında, doğru bildiği yolda devam ediyor...

Her ne olursa olsun, yine küçük çemberimizin içine dönüp, biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz diyerek, daha samimi daha içten sohbet ve paylaşımlara döneceğiz. Tribünlere oynamayı bırakıp, kendi bahçemizde neşeli, sıcak sohbetlere dönmenin zamanı geldi de geçiyor bile.
Eskiden buralar hep dutluktu. Biz kırk kişiydik birbirimizi bilirdik. Sonra ne oldu birden blog dünyası popüler oldu ardından herkes herkesi eklemeye başladı. Derken bir baktık bir kaç yüz kişi bizi ekliyor. Bazılarımızın izleyici sayısı binleri buldu. Ama bir atasözü daha gerçekleşti ardından "nerde çokluk orda yokluk." Sayılar birileri için çok anlam ifade etse de işin niteliğini düşündüğünüzde durum hiç de öyle göründüğü gibi değil.

Aynı şey bu kez çok daha korkunç biçimde Facebook ardından da Twitter'de başına geldi insanların. Sahi ne yapacaksınız, yüzlerce sizi takip edecek kişiyi. Ya da sizi takip eden yüzlerce kişi, ne yapacak sizin ağzınızdan çıkan kelimeleri.

Hurra! "Altına hücum" kültürü sona erecek birgün. Taze ot'a konan sinekler gibi her çıkan yeni uygulamanın "okunu yayından" çıkarmaktan vazgeçecek ve nitelikli yazılar, nitelikli yazarlar okumaya başlayacağız. En azından arkadaş çevremizden, ya da yazılarına anlam yükleyebildiğimiz, gerçekten kalemi güçlü insanlardan oluşan bir takip listemiz olacak. Herkes kendi ilgi alanına göre bir kaç on tane blog izleyecek. Hızla eklediğimiz sayfaları hızla gözden çıkaracağız. Çünkü herkesi izleyelim derken, şimdi kimse hiç kimseyi izleyemez, okuyamaz hale geldi. Her ağzımızdan çıkanı Tweet'lemekten de blog yazamaz olduk. Samanlıkta iğne arıyoruz, düşüncelerimizi çöpe atıyoruz yani.

Tabi ki herkesin yazdıkları kendince değerli, tabi ki bizim önemsediğimiz birini diğeri önemsemeyebilir. İlgi alanlarımız, yazılardan aldığımız tadlar değişebilir. Zaten olması gereken de bu. İnternet gerçekten bir okyanus. Yeni medya düzeninin "hit adamları" her yerdeler. Çünkü her yerde olmak zorundalar. Bir kaç gün, birşeyler yazmasalar kaybolup gidecek belki de sahte yıldız ışıkları. Kimileri bu işe kendini kaptırmış, kimileri ise sanal şöhretin gelip geçici olduğunun farkında, doğru bildiği yolda devam ediyor...

Her ne olursa olsun, yine küçük çemberimizin içine dönüp, biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz diyerek, daha samimi daha içten sohbet ve paylaşımlara döneceğiz. Tribünlere oynamayı bırakıp, kendi bahçemizde neşeli, sıcak sohbetlere dönmenin zamanı geldi de geçiyor bile.

Türk erkeğine dayak dersleri

1 yorum:
"Devletin eli suçlulara karşı yumuşadıkça, normal vatandaşın ötekinden gördüğü şiddet ve baskı artar."

"Yüzüne yüzüne vurma iz bırakırsın, yumuşak yerlerine vur bereleri çabuk iyileşir." Siz şiddeti önlemek üzere toplumsal eğitimi veremezsiniz ama suçlular birbirinin kardeşi gibi babadan oğula, abiden kardeşe, sağdıçtan arkadaşa dayak atma öğretisini aktarır." 

CMUK'tan bu yana AB uyum yasaları ile birlikte çıkan her kanun suçlular lehine bir takım kolaylıklar getirirken, zanlı durumuna düşen masum vatandaşların işini zorlaştırıyor diye bir görüşe sahibim. İnanırsınız, inanmazsınız ama katiller, caniler, belalı adamlar bir şekilde her türlü zanlı lehine haklardan yararlanırken, kazara içeri girmiş, gözaltına alınmış vatandaşlar için durum ızdıraba dönüşüyor bence. 

İşte kadınlar da bu yüzden dayak yiyor. Kimi kime şikayet edecek. Kocam beni dövdü diyerek gidebileceği yer baba ocağı da olsa, devlet kurumu da olsa hadi öpüşün barışınla noktalanacak bir süreç. Arkasından evde yine eşek sopası. Oysa karısını döven adamı "öyle dövülmez böyle dövülür" diye döven bir sistem olsa, acaba durum daha mı iyi olur diye düşünmüyor değilim.

Yani temel sorun kadına şiddet uygulayan insanların "geçmişlerinde şiddet görmüş masum kişiler olmaları" değil, şiddet uyguladıklarında kendilerini eşek sudan gelene kadar dövecek, yaptıklarına onları bin pişman edecek bir sistemin, mekanizmanın kurulamamış olmasıdır.

Bence....

Hamiş : Döveni dövmek mecaz anlamında kullanılmıştır. Cezaların caydırıcılığı söz konusu edilmiştir.
"Devletin eli suçlulara karşı yumuşadıkça, normal vatandaşın ötekinden gördüğü şiddet ve baskı artar."

"Yüzüne yüzüne vurma iz bırakırsın, yumuşak yerlerine vur bereleri çabuk iyileşir." Siz şiddeti önlemek üzere toplumsal eğitimi veremezsiniz ama suçlular birbirinin kardeşi gibi babadan oğula, abiden kardeşe, sağdıçtan arkadaşa dayak atma öğretisini aktarır." 

CMUK'tan bu yana AB uyum yasaları ile birlikte çıkan her kanun suçlular lehine bir takım kolaylıklar getirirken, zanlı durumuna düşen masum vatandaşların işini zorlaştırıyor diye bir görüşe sahibim. İnanırsınız, inanmazsınız ama katiller, caniler, belalı adamlar bir şekilde her türlü zanlı lehine haklardan yararlanırken, kazara içeri girmiş, gözaltına alınmış vatandaşlar için durum ızdıraba dönüşüyor bence. 

İşte kadınlar da bu yüzden dayak yiyor. Kimi kime şikayet edecek. Kocam beni dövdü diyerek gidebileceği yer baba ocağı da olsa, devlet kurumu da olsa hadi öpüşün barışınla noktalanacak bir süreç. Arkasından evde yine eşek sopası. Oysa karısını döven adamı "öyle dövülmez böyle dövülür" diye döven bir sistem olsa, acaba durum daha mı iyi olur diye düşünmüyor değilim.

Yani temel sorun kadına şiddet uygulayan insanların "geçmişlerinde şiddet görmüş masum kişiler olmaları" değil, şiddet uyguladıklarında kendilerini eşek sudan gelene kadar dövecek, yaptıklarına onları bin pişman edecek bir sistemin, mekanizmanın kurulamamış olmasıdır.

Bence....

Hamiş : Döveni dövmek mecaz anlamında kullanılmıştır. Cezaların caydırıcılığı söz konusu edilmiştir.

Kral çıplak'taki ürkek prenses

Hiç yorum yok:
Kral Çıplak'tan bir Pucca geçti. Program biraz "Abi kız arkadaşımı senin programa çıkarsak" görüntüsü verse de "Okan BAYÜLGEN"i bilenler hatır için çok da fazla "çiğ tavuk" yemeğeceğini de tahmin ederler.

Pucca blogcular arasından çıkmış en ünlü kişi şu anda. Kitapları satılıyor, okunuyor da ihtimal. Röportajları yayınlanıyor ve iyi kötü bir kariyer sahibi oluyor. Sosyal medya'nın kendisine ilgisi ortadayken bir TV programında yer almasından doğal da bir şey yok. Bu anlamda rating açısından da doğru bir tercih.

Kişisel kanaatim "Kral Çıplak" (formatı biraz esnemiş olduğundan tölere edilebilir ama) Pucca'mıza bir beden büyük gelmiş gibi durdu. Belki Disko Kralı'nda konuklar arasında kaynamak daha iyi de olabilirdi. Ancak doğal davranışı, mütevaziliği ve asla şımarık bir görüntü vermemesiyle gerek Okan BAYÜLGEN, gerek de eleştirmenler tarafından hoşgörülen bir sohbet olduğunu düşünüyorum. Bilenler iyi bilir Okan BAYÜLGEN Kral Çıplak'da konuklarını kollar zaten. Ancak Pucca'da şımarıklık, kibir ve kapasite üstü bir böbürlenme görseydi  ufaktan iğnelemekten geri durmazdı diye düşünüyorum.

Heyecan, amatör ruh taşıyan insanlar için kaçınılmaz birşey ve profesyonel dünyada aksi düşünülse de, o heyecanı taşımak, onunla yaşamak çok güzel bir duygu. Pucca'da bunu gördük. Gördüğümüz bir başka şey'de blog yazarlığının bizzat Pucca'nın deyimiyle bir edebiyatçı kimliği olmadığı. (ki bir yazımda bunu hepimiz için söylemiştim). Tabi ki aramızda kalem tutan eli, edebi metinler yazan kişiler de var. Ya da gazeteci - yazar olabilecek kapasitede üretken insanlar da var. Pucca'da aslında kendisini yazılarından ve bir zamanlar bir iki DM alışverişinden tanıdığım kadarıyla böyle bir potansiyele sahip bir arkadaşımız. Merak edenler pek dikkat etmemiş olsalar da onun "az okunan" ama bence "daha sağlam" yazdığı diğer bloglarını ve şiirlerini okusunlar.

Ben şahsen o bloglarını daha çok severek okuduğum Pucca'nın biraz daha düşünce yapısını, entellektüel yanını yansıtabildiği bir sohbet olsun isterdim. Ancak gerek heyecanı, gerek bir tercih olarak popüler olan ve kendine para kazandıracak olan yanını yansıtması kaçınılmaz oldu. Nitekim programa telefonla katılan arkadaşlarımız da onun bu yanından başka bir yanına vurgu yapmadılar. Zaten benim sevdiğim bloglarının güncellenme tarihlerine bakarsanız Pucca'nın da beklentimin aksine ama doğru yönde bir tercih yapmış olduğunu görürsünüz.

Fiziki görüntüsü "Pamuk Prenses yada Marlyn Monro" bekleyenleri yine hayal kırıklığına uğratmış olsa da Okan BAYÜLGEN'in de vurguladığı gibi güzellik göreceli ve bir yazardan beklenen güzel olması değil, güzel yazması. Üstelik eniştemiz beğenmiş bize "ot" yemek düşer diyerek o konudaki eleştirileri dikkate almamak gerektiği kanısındayım. Öte yandan bu durumun Pucca'nın kariyerini "Pucca soyundu, orasını burasını açtı" türü magazin haberleri yerine "Pucca şunu da yazdı" türünde geliştirmesi için herkes adına hayırlı bir şey olduğunu düşünmekteyim.

Benim beklentim şahsen "Rus Edebiyatı'nı" okumuş bir kızın, diğer bloglarındaki gibi, popüler kültürden biraz daha uzak, elle tutulur cümleler kurmasıydı. Bu beklentimi kendisinden önceki konuk: Üstad "Toron KARACAOĞLU" yükseltti haliyle. Doğuş ya da Nihat DOĞAN'dan sonra bir Pucca sohbeti dinlemenin tadı ile "Üstad"ın o enfes sohbeti üstüne dinlemek aynı etkiyi yapmadı tabi ki bende. Bunda Pucca'nın bir suçu yok. Okan BAYÜLGEN'de "bence bu kadar yeter" diyerek sohbeti zihinlerde "Pucca'da bu muymuş?" sorusunun sorulmasına fırsat vermeyecek iyi bir zamanda kesti. 

Bence Kral ÇIPLAK'a çıkıyor olmak Pucca gibi içimizden gelen bir blogger ve sosyal medya ünlüsü için azımsanmayacak bir değer ifade ediyor. Genel'de Okan BAYÜLGEN'in programlarına "seyirci" olarak katılmak bile bir kıvanç sebebi iken konuk olmak elbette önemli. Kutlarım.

İleride sevgili arkadaşımıza başarılarının devamını dilerken, bir DM'de kendisine söylediğim gibi "marka"sını bir takım tüketim ürünleri ile taçlandırmasını (bir parfüm markası, bir iç giyim markası vs)tavsiye ederim. Kendisinin de bildiği gibi günümüzde çok çabuk tüketilen, yanıp sönen bir yıldıza dönüşmeden önce tahminen "3.kitaptan sonra" tutmayacağını bilse bile bizlere daha "sağlam" bir edebi ürün sunmasını bekliyorum.

Ayrıca, mümkünse kendisini popüler kültürden (blog yazan, tweet atan bir yıldızdan) biraz daha öteye bir "yazar"a dönüştürme yolunda, zaten var olan potansiyelini harekete geçirecek (eğitim vb.) adımlar atması yararına olacaktır diye düşünüyorum.

İbrahim ORTAÇ
Kral Çıplak'tan bir Pucca geçti. Program biraz "Abi kız arkadaşımı senin programa çıkarsak" görüntüsü verse de "Okan BAYÜLGEN"i bilenler hatır için çok da fazla "çiğ tavuk" yemeğeceğini de tahmin ederler.

Pucca blogcular arasından çıkmış en ünlü kişi şu anda. Kitapları satılıyor, okunuyor da ihtimal. Röportajları yayınlanıyor ve iyi kötü bir kariyer sahibi oluyor. Sosyal medya'nın kendisine ilgisi ortadayken bir TV programında yer almasından doğal da bir şey yok. Bu anlamda rating açısından da doğru bir tercih.

Kişisel kanaatim "Kral Çıplak" (formatı biraz esnemiş olduğundan tölere edilebilir ama) Pucca'mıza bir beden büyük gelmiş gibi durdu. Belki Disko Kralı'nda konuklar arasında kaynamak daha iyi de olabilirdi. Ancak doğal davranışı, mütevaziliği ve asla şımarık bir görüntü vermemesiyle gerek Okan BAYÜLGEN, gerek de eleştirmenler tarafından hoşgörülen bir sohbet olduğunu düşünüyorum. Bilenler iyi bilir Okan BAYÜLGEN Kral Çıplak'da konuklarını kollar zaten. Ancak Pucca'da şımarıklık, kibir ve kapasite üstü bir böbürlenme görseydi  ufaktan iğnelemekten geri durmazdı diye düşünüyorum.

Heyecan, amatör ruh taşıyan insanlar için kaçınılmaz birşey ve profesyonel dünyada aksi düşünülse de, o heyecanı taşımak, onunla yaşamak çok güzel bir duygu. Pucca'da bunu gördük. Gördüğümüz bir başka şey'de blog yazarlığının bizzat Pucca'nın deyimiyle bir edebiyatçı kimliği olmadığı. (ki bir yazımda bunu hepimiz için söylemiştim). Tabi ki aramızda kalem tutan eli, edebi metinler yazan kişiler de var. Ya da gazeteci - yazar olabilecek kapasitede üretken insanlar da var. Pucca'da aslında kendisini yazılarından ve bir zamanlar bir iki DM alışverişinden tanıdığım kadarıyla böyle bir potansiyele sahip bir arkadaşımız. Merak edenler pek dikkat etmemiş olsalar da onun "az okunan" ama bence "daha sağlam" yazdığı diğer bloglarını ve şiirlerini okusunlar.

Ben şahsen o bloglarını daha çok severek okuduğum Pucca'nın biraz daha düşünce yapısını, entellektüel yanını yansıtabildiği bir sohbet olsun isterdim. Ancak gerek heyecanı, gerek bir tercih olarak popüler olan ve kendine para kazandıracak olan yanını yansıtması kaçınılmaz oldu. Nitekim programa telefonla katılan arkadaşlarımız da onun bu yanından başka bir yanına vurgu yapmadılar. Zaten benim sevdiğim bloglarının güncellenme tarihlerine bakarsanız Pucca'nın da beklentimin aksine ama doğru yönde bir tercih yapmış olduğunu görürsünüz.

Fiziki görüntüsü "Pamuk Prenses yada Marlyn Monro" bekleyenleri yine hayal kırıklığına uğratmış olsa da Okan BAYÜLGEN'in de vurguladığı gibi güzellik göreceli ve bir yazardan beklenen güzel olması değil, güzel yazması. Üstelik eniştemiz beğenmiş bize "ot" yemek düşer diyerek o konudaki eleştirileri dikkate almamak gerektiği kanısındayım. Öte yandan bu durumun Pucca'nın kariyerini "Pucca soyundu, orasını burasını açtı" türü magazin haberleri yerine "Pucca şunu da yazdı" türünde geliştirmesi için herkes adına hayırlı bir şey olduğunu düşünmekteyim.

Benim beklentim şahsen "Rus Edebiyatı'nı" okumuş bir kızın, diğer bloglarındaki gibi, popüler kültürden biraz daha uzak, elle tutulur cümleler kurmasıydı. Bu beklentimi kendisinden önceki konuk: Üstad "Toron KARACAOĞLU" yükseltti haliyle. Doğuş ya da Nihat DOĞAN'dan sonra bir Pucca sohbeti dinlemenin tadı ile "Üstad"ın o enfes sohbeti üstüne dinlemek aynı etkiyi yapmadı tabi ki bende. Bunda Pucca'nın bir suçu yok. Okan BAYÜLGEN'de "bence bu kadar yeter" diyerek sohbeti zihinlerde "Pucca'da bu muymuş?" sorusunun sorulmasına fırsat vermeyecek iyi bir zamanda kesti. 

Bence Kral ÇIPLAK'a çıkıyor olmak Pucca gibi içimizden gelen bir blogger ve sosyal medya ünlüsü için azımsanmayacak bir değer ifade ediyor. Genel'de Okan BAYÜLGEN'in programlarına "seyirci" olarak katılmak bile bir kıvanç sebebi iken konuk olmak elbette önemli. Kutlarım.

İleride sevgili arkadaşımıza başarılarının devamını dilerken, bir DM'de kendisine söylediğim gibi "marka"sını bir takım tüketim ürünleri ile taçlandırmasını (bir parfüm markası, bir iç giyim markası vs)tavsiye ederim. Kendisinin de bildiği gibi günümüzde çok çabuk tüketilen, yanıp sönen bir yıldıza dönüşmeden önce tahminen "3.kitaptan sonra" tutmayacağını bilse bile bizlere daha "sağlam" bir edebi ürün sunmasını bekliyorum.

Ayrıca, mümkünse kendisini popüler kültürden (blog yazan, tweet atan bir yıldızdan) biraz daha öteye bir "yazar"a dönüştürme yolunda, zaten var olan potansiyelini harekete geçirecek (eğitim vb.) adımlar atması yararına olacaktır diye düşünüyorum.

İbrahim ORTAÇ

İyi ki varsın iyilik kardeşim

1 yorum:
Biz müslümanlar her insanın sol ve sağ omuzlarında iki kâtip melek olduğuna ve iyi kötü yaptıklarımızı kaydettiklerine inanırız. Hristiyan kaynaklarında bunlar melek ve şeytan olarak vurgulanır. İslam inancında meleklerden biri günahları biri sevapları yazarken, Hristiyan kaynaklarında kayıt etmek yerine şeytan kötülük yaptırmaya, melek iyilik yaptırmaya uğraşır durur. Hatta burdan bakınca yaşadığımız dünyada Şeytan fazla mesai yapıyor bile sayılabilir.

Ben de bir insan ruhunun 3 kardeş olduğuna inanırım. "Aslı, iyilik ve kötülük kardeşleri." Düşününce şahsen bir insan olarak kendi aklıma gelen kötülüklerden korkarım. Her aklına geleni yapmaya kalksa her insan kolayca bir canavara dönüşebilir. Nitekim bir çok kötü örneği (çocuk tecavüzcüleri, sapıklar, katiller)görüyor biliyoruz. Yüce Tanrı'nın kötülük yapabilme potansiyeli ile yarattığı insana, kendini frenliyen bir otokontrol mekanizması eklemiş olması büyük bir nimet. Siz adına ne derseniz diyin ben ona "iyilik kardeşim" diyorum ve "kötülük" kardeşim ipin ucunu kaçırmasın diye ona sığınıyorum.

İnsanlara zarar vermek, can yakmak çok zor birşey değildir. Zaman zaman da olsa öfkelendiğinizde  içinizdeki bu "kötülük kardeşiniz"i gönül aynanızda görmüşsünüzdür mutlaka. Öyle ki bazen tamamen "nefsinizin heva ve heves"i ile sizi bambaşka birine de dönüştürebilir. Tercihi kötülükten yana olanlar haricinde hata yapan bir çok insan bir süre sonra kendi iç dünyasında kendisi ile hesaplaşır ve sonraki adımlarını kontrol etmeğe iyi yönde değişmeye çabalar.

Bunda içinizdeki "iyilik kardeşiniz"in emeği büyüktür. Bir kötülükten vazgeçtiğinizde ya da iyi bir şey yaptığınızda Tanrı'ya şükrederken, bir yandan da aynada kendi gözlerinizin ışıltısına bakıp, çok şımarmadan "İyi ki varsın iyilik kardeşim" der misiniz? Bugün hala az çok iyi bir insansanız, az çok bu dünya yaşanabilir bir yerse "O bunu gerçekten hakediyor"

Biz müslümanlar her insanın sol ve sağ omuzlarında iki kâtip melek olduğuna ve iyi kötü yaptıklarımızı kaydettiklerine inanırız. Hristiyan kaynaklarında bunlar melek ve şeytan olarak vurgulanır. İslam inancında meleklerden biri günahları biri sevapları yazarken, Hristiyan kaynaklarında kayıt etmek yerine şeytan kötülük yaptırmaya, melek iyilik yaptırmaya uğraşır durur. Hatta burdan bakınca yaşadığımız dünyada Şeytan fazla mesai yapıyor bile sayılabilir.

Ben de bir insan ruhunun 3 kardeş olduğuna inanırım. "Aslı, iyilik ve kötülük kardeşleri." Düşününce şahsen bir insan olarak kendi aklıma gelen kötülüklerden korkarım. Her aklına geleni yapmaya kalksa her insan kolayca bir canavara dönüşebilir. Nitekim bir çok kötü örneği (çocuk tecavüzcüleri, sapıklar, katiller)görüyor biliyoruz. Yüce Tanrı'nın kötülük yapabilme potansiyeli ile yarattığı insana, kendini frenliyen bir otokontrol mekanizması eklemiş olması büyük bir nimet. Siz adına ne derseniz diyin ben ona "iyilik kardeşim" diyorum ve "kötülük" kardeşim ipin ucunu kaçırmasın diye ona sığınıyorum.

İnsanlara zarar vermek, can yakmak çok zor birşey değildir. Zaman zaman da olsa öfkelendiğinizde  içinizdeki bu "kötülük kardeşiniz"i gönül aynanızda görmüşsünüzdür mutlaka. Öyle ki bazen tamamen "nefsinizin heva ve heves"i ile sizi bambaşka birine de dönüştürebilir. Tercihi kötülükten yana olanlar haricinde hata yapan bir çok insan bir süre sonra kendi iç dünyasında kendisi ile hesaplaşır ve sonraki adımlarını kontrol etmeğe iyi yönde değişmeye çabalar.

Bunda içinizdeki "iyilik kardeşiniz"in emeği büyüktür. Bir kötülükten vazgeçtiğinizde ya da iyi bir şey yaptığınızda Tanrı'ya şükrederken, bir yandan da aynada kendi gözlerinizin ışıltısına bakıp, çok şımarmadan "İyi ki varsın iyilik kardeşim" der misiniz? Bugün hala az çok iyi bir insansanız, az çok bu dünya yaşanabilir bir yerse "O bunu gerçekten hakediyor"

Ben yumurtladım

1 yorum:
Aforizmalar


* Hala içtiğim çaydan arttırdığım kesme şekerlerle zengin olma hayallerim var benim.


* İnsandan insana fark var. Kimisi başını alır gider, kimisi Basın'ı alır gider.


* Emperyal hayaller, emperyal düşmanlar yaratır.


* Bir süre seni anlamasını beklersin, bir süre de arkandan ağlamasını. Sonra da niye bekledim ki bu kadar diye kendi kendini yersin.


* İnsanlar aslında ayrılmaz, ne üçe ne beşe. Bilakis bir araya toplanır, kanka arkadaş, taraftar, köylü, ırkdaş diye. Asıl ayrılık ondan sonra başlar.


* Geceyi güzel yapan ihtimallerdir


* Bir şansım daha olsa bu dünyada, bu kafa bendeyken büyük ihtimal yine boşa harcardım.


* Defterinizdeki boş sayfaları geri dönüp yeniden kullanabilirsiniz ama ömrünüzün boşa geçen günlerini asla.


* erkekler mars'tan kadınlar venüs'ten mi bilmem ama bazı insanlarla aynı yerden gelmediğimiz kesin


* İdeal erkek, ya bir kadın ütopyasıdır ya da kadınların son aşık olduğu kişiden 1 sonrasıdır.


* Kadına şiddet uygulayan insanların temel sorunu, çocukluklarında dayak yemiş olmaları değil, şiddet uyguladıkları zaman, eşek sudan gelene kadar kendilerini dövecek birilerinin etrafta olmayışıdır.
Aforizmalar


* Hala içtiğim çaydan arttırdığım kesme şekerlerle zengin olma hayallerim var benim.


* İnsandan insana fark var. Kimisi başını alır gider, kimisi Basın'ı alır gider.


* Emperyal hayaller, emperyal düşmanlar yaratır.


* Bir süre seni anlamasını beklersin, bir süre de arkandan ağlamasını. Sonra da niye bekledim ki bu kadar diye kendi kendini yersin.


* İnsanlar aslında ayrılmaz, ne üçe ne beşe. Bilakis bir araya toplanır, kanka arkadaş, taraftar, köylü, ırkdaş diye. Asıl ayrılık ondan sonra başlar.


* Geceyi güzel yapan ihtimallerdir


* Bir şansım daha olsa bu dünyada, bu kafa bendeyken büyük ihtimal yine boşa harcardım.


* Defterinizdeki boş sayfaları geri dönüp yeniden kullanabilirsiniz ama ömrünüzün boşa geçen günlerini asla.


* erkekler mars'tan kadınlar venüs'ten mi bilmem ama bazı insanlarla aynı yerden gelmediğimiz kesin


* İdeal erkek, ya bir kadın ütopyasıdır ya da kadınların son aşık olduğu kişiden 1 sonrasıdır.


* Kadına şiddet uygulayan insanların temel sorunu, çocukluklarında dayak yemiş olmaları değil, şiddet uyguladıkları zaman, eşek sudan gelene kadar kendilerini dövecek birilerinin etrafta olmayışıdır.

Kitapsız

5 yorum:
Kendimi bildim bileli birşeyler yazıyorum. 
Yazıyorum
dedimse sadece internet alemini ve blogları kasdetmiyorum. Yazıyorum diye kızıldığı, o yüzden yorganı tepemden çekip kör karanlıkta şiirler karaladığım ergenlik günlerinden beri. Mahalli gazetelerde köşe yazarlığı yaptığım günlerden beri... yazıyorum işte.

İlk şiir kitabımı arkadaşlarla (1987)'de bastıktan sonra, birisi gelip üste para vermedikçe kitap basmamaya and içmiştim. Çok şükür o da oldu. Geçenlerde severek katkıda bulunduğum  yakında 2.baskısı da yapılacak bir kitap için küçük de olsa telif ücreti aldım. Demek ki artık baskıyı bekleyen TİO külliyatı için birşeyler yapma zamanı geldi.

Bloggerlerin kitap bastırması malum günümüzün modası. Ancak blog yazılarından derlermiş bir kitabı insanlara "alın kitap yazdım" diyerek sunmak "HBBA" dostumuzun da dediği gibi pek de ilginç gelmiyor bana. Yazılarımın bir kısmını blog yazma olaylarından önce gazete köşelerinde yayınladığımdan olsa gerek, derli toplu bir çalışma olarak elimde bulunmasını da istiyorum.

Okunur, okunmaz alınır alınmaz açıkçası çok da önemsediğimi söyleyemem. Ancak madem ki yazıyoruz, madem ki üretiyoruz. Hoş bir sada'yı samanlı kağıt kokuları arasında da sunmak gerek.

Allah kimseyi kitapsız bırakmasın. Zihnimdeki ilk adım bir şiir, bir de köşe yazılarımdan derlenmiş kitap ile okuyucunun karşısına, elini uzattığında bulabileceği raflardan birine çıkmak. İmza gününde sıkıntı ve izdiham olmasın diye kitabın ilk sayfasını MKA  formatında imzalı olarak sunmayı düşünüyorum. O yüzden telaşa gerek yok. Şimdiden ayırtmak için yayınevlerini rahatsız etmenize de.

Ebat konusunda ise en azından satılmadığında, kuruyemişçilerde ayçiçeği külahı yapmaya uygun bir ebat düşünmeli ki; kağıt israfı olmasın. Kapağını geri dönüşümlü kağıttan seçmeli. Hatta arka yaprakları boş bırakıp, okuyucunun ilerde yemek tarifi veya notlar alabilmesi için müsvedde olarak kullanmasına imkân tanımalı.

Sanırım abarttım. Ben bastırayım da siz ne yaparsanız yapın canım. İster alın atın, isterse arada çıkarıp okursunuz, artık orası size kalmış. Ciddi fiyatlarla satılan kitaplardan gelen telif ücretlerinin komikliğini gördükten sonra, kitabımın ücretini de 1 TL yapıp bakkallarda, marketlerde sakız gibi para üstü niyetine vermek de, tiraj açısından iyi bir fikir olabilir.

Tamam tamam, sustum:)))))
Kendimi bildim bileli birşeyler yazıyorum. 
Yazıyorum
dedimse sadece internet alemini ve blogları kasdetmiyorum. Yazıyorum diye kızıldığı, o yüzden yorganı tepemden çekip kör karanlıkta şiirler karaladığım ergenlik günlerinden beri. Mahalli gazetelerde köşe yazarlığı yaptığım günlerden beri... yazıyorum işte.

İlk şiir kitabımı arkadaşlarla (1987)'de bastıktan sonra, birisi gelip üste para vermedikçe kitap basmamaya and içmiştim. Çok şükür o da oldu. Geçenlerde severek katkıda bulunduğum  yakında 2.baskısı da yapılacak bir kitap için küçük de olsa telif ücreti aldım. Demek ki artık baskıyı bekleyen TİO külliyatı için birşeyler yapma zamanı geldi.

Bloggerlerin kitap bastırması malum günümüzün modası. Ancak blog yazılarından derlermiş bir kitabı insanlara "alın kitap yazdım" diyerek sunmak "HBBA" dostumuzun da dediği gibi pek de ilginç gelmiyor bana. Yazılarımın bir kısmını blog yazma olaylarından önce gazete köşelerinde yayınladığımdan olsa gerek, derli toplu bir çalışma olarak elimde bulunmasını da istiyorum.

Okunur, okunmaz alınır alınmaz açıkçası çok da önemsediğimi söyleyemem. Ancak madem ki yazıyoruz, madem ki üretiyoruz. Hoş bir sada'yı samanlı kağıt kokuları arasında da sunmak gerek.

Allah kimseyi kitapsız bırakmasın. Zihnimdeki ilk adım bir şiir, bir de köşe yazılarımdan derlenmiş kitap ile okuyucunun karşısına, elini uzattığında bulabileceği raflardan birine çıkmak. İmza gününde sıkıntı ve izdiham olmasın diye kitabın ilk sayfasını MKA  formatında imzalı olarak sunmayı düşünüyorum. O yüzden telaşa gerek yok. Şimdiden ayırtmak için yayınevlerini rahatsız etmenize de.

Ebat konusunda ise en azından satılmadığında, kuruyemişçilerde ayçiçeği külahı yapmaya uygun bir ebat düşünmeli ki; kağıt israfı olmasın. Kapağını geri dönüşümlü kağıttan seçmeli. Hatta arka yaprakları boş bırakıp, okuyucunun ilerde yemek tarifi veya notlar alabilmesi için müsvedde olarak kullanmasına imkân tanımalı.

Sanırım abarttım. Ben bastırayım da siz ne yaparsanız yapın canım. İster alın atın, isterse arada çıkarıp okursunuz, artık orası size kalmış. Ciddi fiyatlarla satılan kitaplardan gelen telif ücretlerinin komikliğini gördükten sonra, kitabımın ücretini de 1 TL yapıp bakkallarda, marketlerde sakız gibi para üstü niyetine vermek de, tiraj açısından iyi bir fikir olabilir.

Tamam tamam, sustum:)))))

Blogcular teker teker ölürken

8 yorum:
Ölüm en büyük ve acı ders insanoğluna ve en büyük öğretmen aynı zamanda.

Yıllar önce Şahika Günsel TUĞRUL ablamızı kaybettik. Kendisi bir blog yazarıydı. Kanserden tedavi gördüğü günlerde yardımcısı bir kardeşimiz vasıtasıyla ölüm döşeğinde bile yazılarını bizlerle paylaştı. Kaybı hepimizi çok üzdü ama her ölen unutuluyor ne yazık ki. Hayat öyle de acımasız.

Şimdilerde ise blog aleminde "ölesim geldi-öldüm" türünden bir salgın yayılıyor. Bu virüs salgını ilk belirtilerini gösterdiğinden bugüne bir-iki-derken üç blogger'in vefat haberini aldık, üzüldük. Garip bir şey bu. Adını şöyle bir duyduğumuz, iç dünyasını bilmediğimiz insanlar olsalar bile, ölümler can yakıyor. Hani ateş en çok düştüğü yeri yakar derler ya, doğrudur. Asla yakınları kadar üzülemezsiniz ama blogger dünyasının bir ferdi olunca siz de kendinizle özdeşlik kurup, aynı ortamı paylaştığınız bir kişinin ölümüne üzülüyorsunuz. Bunun bir tezgah olduğunu öğrenince de üzülmekten öte, aptal yerine konulduğunuzu düşünerek, sinirlenip, kızıyorsunuz.

Sanal alem garip bir alem. Ömrümün 15 yılında yer eden bu alemde kendimi ve tanıdığım insanları değerlendirme şansım oldu. İsteseniz de istemeseniz de insanlarla iletişim kuruyorsunuz. Bazen gerçek hayattaki kadar değer verdikleriniz oluyor. Hatta gerçek hayatta tanıdıklarınızdan daha değerli insanları tanıma şansınız da olabiliyor. Ancak "sanal" sandığınız şey bir müddet sonra reel olabiliyor. Karşıdaki insan için hissettiğiniz "üzüntü" sanal değil. Aynı şekilde merak, derdine ortak olma çabası ve yardımcı olma arzusu.

İçinde yaşadığımız yüzyılın en büyük handikapı bu. Eskiden insanlar ancak yaşadıkları çevrede olan bitenden haberdardılar. Oysa şimdi dünyanın öbür ucunda bir insan için üzülmeniz mümkün. Ya da o insanla birlikte sevinmeniz. Kötü olan halâ bir uçağa, otobüse, trene binmeden o kişiye fiziksel bir yardımda bulunamıyor olmanız. Yani değer verdiğiniz insan açlıktan ölse bir kaşık sıcak çorba uzatmanız imkansız arada mesafeler varsa. Ama yemek sepetinden yemek yollamanız veya bir şekilde yardım etmeniz de mümkün.

Girdiğiniz bu alemde eliniz biraz da kalem tutuyorsa, ilgi görmeniz doğal. Hatta bu ilgiden hoşlanmanız da neredeyse Allah'ın emri gibi. İşin kötü tarafı bu ilgi ile şımarabilirsiniz. Sizi mutlu eder yazdıklarınızın okunması, insanların sizi gözünde büyütmesi, değer vermesi egonuzu şişirir.

Ancak bu değeri taşımak zordur. Şımarabilirsiniz kolayca. Ya da şımarmazsınız da bu gördüğünüz ilgi arttıkça bu ilgiden bunalırsınız. Hele bir de insanlar sizi sahiplenip, ne yapacağınızı söylemeye başlarlarsa iyice tadınız kaçar. Ruhunuz sıkılır, karşı tarafta size ilgi gösteren veya sizden ilgi gören insanlar da birden hayatlarında bu ilgiyi kimseden görmediklerini ya da kimseye göstermediklerini unutarak sizi sigaya çekmeye başlarlar.

Birden bu "sanal" dünyanıza giren insanların "reel" dertler çekmenize de sebep olduklarını görürsünüz. En basitinden "başağrısı-karın ağrısı" aksayan işler, kaçan uykular, gereksiz üzüntüler, ya da huzursuzluk. Sonra bunalırsınız biraz daha. İnsanlardan kaçmak istersiniz. Bazen modemi söker atarsınız, bazen telefonu kapatırsınız. Ancak içinize işleyen bu masum virüs sizi rahat bırakmaz. Yine döner dolaşır kürkçü dükkanına bir kaç kez uğrarsınız gemileri yakmadan önce.

Bazen de tersi olur. İnsanlar sizi unutur. Onlar için artık bir anlam ifade etmediğinizi farkedersiniz. Hani hep canım, cicim, abim, kardeşim, can yoldaşım, biricik arkadaşım, kankam sözlerini duyup, sarfettiğiniz insanlar ne gelip yazdıklarınızı okur, ne de sizi merak eder. Hele bir de buna genel anlamda blog ortamından insanların uzaklaşması eklenirse, hemen hemen küçük çaplı bir bunalım kaçınılmaz olur.

Öte yandan hiç hesaba katılmayan ve asıl önemli olan hayatınızdaki "küçük daire"dir. Yani reel dünyanızdır işin aslı. Asla kredi kartı extreleri sizin sosyal medya etkinliklerinizi umursamaz. Sağlığınız, çevrenizdeki insanlar, yakınlarınız, eş, dost, anne, babanız yani çekirdek aileniz ve reel sorunlarınız da "sanal alemin" umrunda olmaz. Olsa da pek elden birşey gelmez. Ama....

İşte herşey o ama da gizlidir. Bir şekilde size değer vermiş insanlar, "sanal alem"de de olsanız, sizi önemsemiş insanlar için durum farklıdır. Onlar direkt ya da dolaylı olarak sizden etkilenir. Aranızda hak-hukuk oluşur. Bu elle tutulmaz birşey de olsa, üzüntülerinden size düşen bir pay varsa bunu hisseder, yaşarsınız. O yüzden, özellikle eli kalem tutan, biraz sanatçı yönü olan, güzel cümleler kurabilen biriyseniz, bazen başınıza bela kesilen hayranlara bile bir müddet katlanmanız gerekebilir. Çünkü söz sihirdir ve siz bir bakıma büyücülük yapmış sayılırsınız.

Sebebi ne olursa olsun, ister ilgisizlikten, ister fazla ilgiden ya da yaşadığınız gerçek dünyaya zarar vermesinden dolayı olsun, insan bazen bulunduğu "sanal" alemden çekip gitmek ister. Blogunu kapatır, yazdıklarını siler, facebook - twitter benzeri ortamlardan kaybolmayı seçer. Ruhunu dinlendirir. Başına biraz da kendinin sarmış olduğu sıkıntılardan uzaklaşmaya çalışır. Çünkü zaman geçtikçe ya ruhunu boğan kişilerin de aklı başına gelip, sakinleşir. Ya da ilgi göstermeyen insanlar "aaa bu adam neden yazmıyor" diyerek arayıp sormaya başlar.

Bu neticeyi elde etmek için yaptıklarınız ise sizin hem kişiliğinizin ne kadar yara aldığını, hem de ne kadar çaresiz durumda kaldığınızı gösterir. Bazen karşınızdaki insanlar o kadar anlayışsız ve kısır döngüye girmiş olabilirler ki. Hakaret eder, kovarsınız, hiç kırmak istemeseniz de incitirsiniz. Bazense o kadar ilgisizdirler ki, ilginç başlıklar ararsınız "hasta oldum yatıyorum, bir süre tatile çıkıyorum, yeni kitabım için hazırlıklara başladım" türü cümleler bloglarda boy-endam gösterir. 

Özellikle ünlüler arasında son zamanlarda görülen "soyunmalı" ya da "dedikodulu"  twitter etkinlikleri bu doyumsuz iştahın bir eseridir. Birilerini karalayarak ya da kendini rezil etmeye uğraşarak gündeme gelme çabası meyvelerini ne yazık ki kısa sürede vermektedir. Bu yüzden de bazen insanlar emek vererek ulaşamadıkları yere, başkalarının "rezil" olarak kolayca ulaşmaları karşısında üzülüp, bunalıma düşmektedir.

Ve ölüm. Şakaya gelmeyen acı gerçek. Ne yazık ki (iç dünyasında yazar, çizer ne yaşamış olursa olsun) sanırım en büyük ihanettir ölüm. Ölmeyi seçmek, çaresizlikler içinde kıvranan insanların, ruh dünyasında ciddi bir sorunun habercisidir de. Sanatçılar arasında çokça görülen bu ruh haline "intiharlar, kendini içkiye, uyuşturucuya vermeler, zehir içmeler, bedenine zarar vermeler örnek gösterilebilir.

Yazıya başlık olan ölümler ise gerçek değil, blogcuların "sanal ölümleri"dir. Sebebi ne olursa olsun. Kendisinin öldüğünü bir şekilde çevreye duyurup, ondan sonra da "Ölmedim ki, sizi denedim. Ölmedim ki, bakalım dostlarım gerçek miymiş öğrenmek istedim. Ölmedim ama ölecek kadar çok sevdim vs demek ne etik, ne de akıl kârı olan bir iş değildir."

Tabi ki bunu yapan insanların iç dünyasını, sıkıntılarını bilemeyiz. Ancak yapılan şey bize çocukluğumuzda dinlediğimiz "yalancı çoban" masalını anımsatır. Bir gün gerçekten ölürsünüz ve insanlar "başımız sağolsun" demek yerine "beter olsun" derler. Daha da kötüsü gerçekten bir gün ölen bir bloggerin ardından kimse olaya inanmaz ve hiç tanımadıkları "rahmetli" kişi için olmadık sözler söylerler. İyisi mi bu yanlış davranış biçimi, bu virüs yaygınlaşmadan insanlar bu yolda devam etmekten kaçınsınlar.

Bugüne kadar "yalancıktan" ölen tüm blogger'lere "niye ölmedin?" demek yerine "iyi ki yaşıyorsun" dedikten sonra, bu davranışın çok yanlış ve çirkin olduğunu belirtmeden geçemiyorum. Bu arkadaşlara "iyi yaptın abi" diyenler de kendi ruh sağlıklarını yeniden gözden geçirsinler derim naçizane...

Ölüm en büyük ve acı ders insanoğluna ve en büyük öğretmen aynı zamanda.

Yıllar önce Şahika Günsel TUĞRUL ablamızı kaybettik. Kendisi bir blog yazarıydı. Kanserden tedavi gördüğü günlerde yardımcısı bir kardeşimiz vasıtasıyla ölüm döşeğinde bile yazılarını bizlerle paylaştı. Kaybı hepimizi çok üzdü ama her ölen unutuluyor ne yazık ki. Hayat öyle de acımasız.

Şimdilerde ise blog aleminde "ölesim geldi-öldüm" türünden bir salgın yayılıyor. Bu virüs salgını ilk belirtilerini gösterdiğinden bugüne bir-iki-derken üç blogger'in vefat haberini aldık, üzüldük. Garip bir şey bu. Adını şöyle bir duyduğumuz, iç dünyasını bilmediğimiz insanlar olsalar bile, ölümler can yakıyor. Hani ateş en çok düştüğü yeri yakar derler ya, doğrudur. Asla yakınları kadar üzülemezsiniz ama blogger dünyasının bir ferdi olunca siz de kendinizle özdeşlik kurup, aynı ortamı paylaştığınız bir kişinin ölümüne üzülüyorsunuz. Bunun bir tezgah olduğunu öğrenince de üzülmekten öte, aptal yerine konulduğunuzu düşünerek, sinirlenip, kızıyorsunuz.

Sanal alem garip bir alem. Ömrümün 15 yılında yer eden bu alemde kendimi ve tanıdığım insanları değerlendirme şansım oldu. İsteseniz de istemeseniz de insanlarla iletişim kuruyorsunuz. Bazen gerçek hayattaki kadar değer verdikleriniz oluyor. Hatta gerçek hayatta tanıdıklarınızdan daha değerli insanları tanıma şansınız da olabiliyor. Ancak "sanal" sandığınız şey bir müddet sonra reel olabiliyor. Karşıdaki insan için hissettiğiniz "üzüntü" sanal değil. Aynı şekilde merak, derdine ortak olma çabası ve yardımcı olma arzusu.

İçinde yaşadığımız yüzyılın en büyük handikapı bu. Eskiden insanlar ancak yaşadıkları çevrede olan bitenden haberdardılar. Oysa şimdi dünyanın öbür ucunda bir insan için üzülmeniz mümkün. Ya da o insanla birlikte sevinmeniz. Kötü olan halâ bir uçağa, otobüse, trene binmeden o kişiye fiziksel bir yardımda bulunamıyor olmanız. Yani değer verdiğiniz insan açlıktan ölse bir kaşık sıcak çorba uzatmanız imkansız arada mesafeler varsa. Ama yemek sepetinden yemek yollamanız veya bir şekilde yardım etmeniz de mümkün.

Girdiğiniz bu alemde eliniz biraz da kalem tutuyorsa, ilgi görmeniz doğal. Hatta bu ilgiden hoşlanmanız da neredeyse Allah'ın emri gibi. İşin kötü tarafı bu ilgi ile şımarabilirsiniz. Sizi mutlu eder yazdıklarınızın okunması, insanların sizi gözünde büyütmesi, değer vermesi egonuzu şişirir.

Ancak bu değeri taşımak zordur. Şımarabilirsiniz kolayca. Ya da şımarmazsınız da bu gördüğünüz ilgi arttıkça bu ilgiden bunalırsınız. Hele bir de insanlar sizi sahiplenip, ne yapacağınızı söylemeye başlarlarsa iyice tadınız kaçar. Ruhunuz sıkılır, karşı tarafta size ilgi gösteren veya sizden ilgi gören insanlar da birden hayatlarında bu ilgiyi kimseden görmediklerini ya da kimseye göstermediklerini unutarak sizi sigaya çekmeye başlarlar.

Birden bu "sanal" dünyanıza giren insanların "reel" dertler çekmenize de sebep olduklarını görürsünüz. En basitinden "başağrısı-karın ağrısı" aksayan işler, kaçan uykular, gereksiz üzüntüler, ya da huzursuzluk. Sonra bunalırsınız biraz daha. İnsanlardan kaçmak istersiniz. Bazen modemi söker atarsınız, bazen telefonu kapatırsınız. Ancak içinize işleyen bu masum virüs sizi rahat bırakmaz. Yine döner dolaşır kürkçü dükkanına bir kaç kez uğrarsınız gemileri yakmadan önce.

Bazen de tersi olur. İnsanlar sizi unutur. Onlar için artık bir anlam ifade etmediğinizi farkedersiniz. Hani hep canım, cicim, abim, kardeşim, can yoldaşım, biricik arkadaşım, kankam sözlerini duyup, sarfettiğiniz insanlar ne gelip yazdıklarınızı okur, ne de sizi merak eder. Hele bir de buna genel anlamda blog ortamından insanların uzaklaşması eklenirse, hemen hemen küçük çaplı bir bunalım kaçınılmaz olur.

Öte yandan hiç hesaba katılmayan ve asıl önemli olan hayatınızdaki "küçük daire"dir. Yani reel dünyanızdır işin aslı. Asla kredi kartı extreleri sizin sosyal medya etkinliklerinizi umursamaz. Sağlığınız, çevrenizdeki insanlar, yakınlarınız, eş, dost, anne, babanız yani çekirdek aileniz ve reel sorunlarınız da "sanal alemin" umrunda olmaz. Olsa da pek elden birşey gelmez. Ama....

İşte herşey o ama da gizlidir. Bir şekilde size değer vermiş insanlar, "sanal alem"de de olsanız, sizi önemsemiş insanlar için durum farklıdır. Onlar direkt ya da dolaylı olarak sizden etkilenir. Aranızda hak-hukuk oluşur. Bu elle tutulmaz birşey de olsa, üzüntülerinden size düşen bir pay varsa bunu hisseder, yaşarsınız. O yüzden, özellikle eli kalem tutan, biraz sanatçı yönü olan, güzel cümleler kurabilen biriyseniz, bazen başınıza bela kesilen hayranlara bile bir müddet katlanmanız gerekebilir. Çünkü söz sihirdir ve siz bir bakıma büyücülük yapmış sayılırsınız.

Sebebi ne olursa olsun, ister ilgisizlikten, ister fazla ilgiden ya da yaşadığınız gerçek dünyaya zarar vermesinden dolayı olsun, insan bazen bulunduğu "sanal" alemden çekip gitmek ister. Blogunu kapatır, yazdıklarını siler, facebook - twitter benzeri ortamlardan kaybolmayı seçer. Ruhunu dinlendirir. Başına biraz da kendinin sarmış olduğu sıkıntılardan uzaklaşmaya çalışır. Çünkü zaman geçtikçe ya ruhunu boğan kişilerin de aklı başına gelip, sakinleşir. Ya da ilgi göstermeyen insanlar "aaa bu adam neden yazmıyor" diyerek arayıp sormaya başlar.

Bu neticeyi elde etmek için yaptıklarınız ise sizin hem kişiliğinizin ne kadar yara aldığını, hem de ne kadar çaresiz durumda kaldığınızı gösterir. Bazen karşınızdaki insanlar o kadar anlayışsız ve kısır döngüye girmiş olabilirler ki. Hakaret eder, kovarsınız, hiç kırmak istemeseniz de incitirsiniz. Bazense o kadar ilgisizdirler ki, ilginç başlıklar ararsınız "hasta oldum yatıyorum, bir süre tatile çıkıyorum, yeni kitabım için hazırlıklara başladım" türü cümleler bloglarda boy-endam gösterir. 

Özellikle ünlüler arasında son zamanlarda görülen "soyunmalı" ya da "dedikodulu"  twitter etkinlikleri bu doyumsuz iştahın bir eseridir. Birilerini karalayarak ya da kendini rezil etmeye uğraşarak gündeme gelme çabası meyvelerini ne yazık ki kısa sürede vermektedir. Bu yüzden de bazen insanlar emek vererek ulaşamadıkları yere, başkalarının "rezil" olarak kolayca ulaşmaları karşısında üzülüp, bunalıma düşmektedir.

Ve ölüm. Şakaya gelmeyen acı gerçek. Ne yazık ki (iç dünyasında yazar, çizer ne yaşamış olursa olsun) sanırım en büyük ihanettir ölüm. Ölmeyi seçmek, çaresizlikler içinde kıvranan insanların, ruh dünyasında ciddi bir sorunun habercisidir de. Sanatçılar arasında çokça görülen bu ruh haline "intiharlar, kendini içkiye, uyuşturucuya vermeler, zehir içmeler, bedenine zarar vermeler örnek gösterilebilir.

Yazıya başlık olan ölümler ise gerçek değil, blogcuların "sanal ölümleri"dir. Sebebi ne olursa olsun. Kendisinin öldüğünü bir şekilde çevreye duyurup, ondan sonra da "Ölmedim ki, sizi denedim. Ölmedim ki, bakalım dostlarım gerçek miymiş öğrenmek istedim. Ölmedim ama ölecek kadar çok sevdim vs demek ne etik, ne de akıl kârı olan bir iş değildir."

Tabi ki bunu yapan insanların iç dünyasını, sıkıntılarını bilemeyiz. Ancak yapılan şey bize çocukluğumuzda dinlediğimiz "yalancı çoban" masalını anımsatır. Bir gün gerçekten ölürsünüz ve insanlar "başımız sağolsun" demek yerine "beter olsun" derler. Daha da kötüsü gerçekten bir gün ölen bir bloggerin ardından kimse olaya inanmaz ve hiç tanımadıkları "rahmetli" kişi için olmadık sözler söylerler. İyisi mi bu yanlış davranış biçimi, bu virüs yaygınlaşmadan insanlar bu yolda devam etmekten kaçınsınlar.

Bugüne kadar "yalancıktan" ölen tüm blogger'lere "niye ölmedin?" demek yerine "iyi ki yaşıyorsun" dedikten sonra, bu davranışın çok yanlış ve çirkin olduğunu belirtmeden geçemiyorum. Bu arkadaşlara "iyi yaptın abi" diyenler de kendi ruh sağlıklarını yeniden gözden geçirsinler derim naçizane...

Her zaman blog yazısı tweetlenmez ya

1 yorum:

Bazen de tweet'ler blog yazısı olur. 
Dahası için tıklayın.


Bazen de tweet'ler blog yazısı olur. 
Dahası için tıklayın.

Asosyal adamın gözüyle sosyal ağlar

4 yorum:
Sosyal ağ ortamları blog alemini öldürdü diyorlar. Cidden de bu görüş doğru gibi. Açıkça söylemek gerekirse eski dostumuz blogger'deki şaşalı günlerimizi mumla arıyoruz hepimiz.

Herkes ağzındaki baklayı ıslatmadan söylediğinden ya da yumurta kıçımızda pek durmadığından olsa gerek. Artık blog okuyamaz, yazamaz olduk. Çok meşgulüz ya o sebepten böyle olmalı.

 Torba olmadığı için büzülemeyen ağızlarımız değer ifade edecek blog yazıları yerine, uçup gidecek gürültülere, saman alevlerine dönüştü bir bakıma. Buyrun bakın nerelerde laf ve ömür tüketiyoruz.

Friendfeed: Kavga edip tartışacaksan, birbirine laf sokacaksan güzel ortam. Ciddi zaman kaybına ve bağımlılığa yol açıyor. Sinirlenip hesap kapatmak cabası. Genelde fake hesap kaynıyor. Gruplaşmalar, ordan oraya sataşmalar, anlık tavan yapan tepkilerle diğer sosyal medya araçlarına göre daha "online" daha "aktif" ama bir o kadar da mahalleli algısı yaratıyor. Üstelik facebook FF'i satın aldığında kullanıcıları facebook'tan kazmalar burayı işgal edecek demesine rağmen. 

Facebook: Bir çok insanın genelde kendi adı sanıyla, nadiren de fake hesaplarla yer aldığı bir ortam. Ailenizin Facebook'u gibi birşey. Paylaşımlar daha samimi. Ancak insanın kendi eliyle kendini fişlemesine yol açan sıkıntılı bir durumu var. Yine de hem dünyada hem de ülkemizde en aktif kullanılan sosyal medya aracı.

 Neredeyse Facebook hesabı olmayana kız verilmeyecek kadar standart hale geldi ülkemizde. Öte yandan iş dünyasının da Facebook'a yönelmesi, Facebook sayfamızı beğen uygulamaları ve Viral reklamlar haline gelen küçük çaplı kullanıcı rüşvetleri Facebook'daki üyeler arası iletişimin tadını daha da kaçıracağa benziyor. 

Twitter: Bir ara ciddi ciddi öğrenme zorluğu yaşadığım, içine girmeyince mantığını dışardan bakarak bir türlü çözemediğim cıvıltı şeysi. Hesap açmama rağmen yine de kendisinden pek hoşlanmıyorum. Şahsen ancak ünlüleri ya da bazı tv programlarını izlemek için kullanılabilecek bir program gözüyle görüyorum. Etkileşim açısından bir yavanlığı var ama en çok televizyoncuların, siyasilerin dilinden düşmüyor. Kendi çalıp, kendi oynamak isteyenler ve kendini atasözü ve özdeyiş üstadı sananlar, ya da çarşıda duyduğunu pazarda pastelemek isteyenler için ideal.

Tumblr: Mantığı mikro blog olmasına karşın daha çok resimli roman tarzına dönmüş, fotoğraf altına yazılar kondurularak ilginç tarzlar oluşturulabilen bir ortam. Hesap açmamış olmama rağmen ilgi ile izlediğim bloglar var. Biraz Opera bloglarını da anımsatıyor. Kısa blog yazılarınızı, resimlerinizi, beğendiğiniz link, müzik ve videoları paylaşabiliyorsunuz. Hoşuma giden bir özelliği alıntı ve kaynak göstermeyi kolaylaştıran aynı zamanda gelenekleştiren bir yapısı var. Soru sorma özelliği ile Foursquare 'ı da aratmıyor.

Google+: Mailden ve arama motorundaki başarısından sonra Google sosyal mecra'da ne yapsa tutturamıyor. Google+ Facebook'a benzese de akibeti Google'un diğer başarısız projeleri gibi olacak sanki diye bir önyargı oluştu bende. İlginç olmasına rağmen, sıcak (kullanıcı dostu) değil gibi. Yine de Google inadından vazgeçmeyeceği için birgün çok başarılı bir google projesini sosyal alanda da görürsek şaşırmayalım. (bkz: Orkun Brezilya'da)

Msn Spaces: Birileri kullanıyor ama ben pek ilgilenmedim açıkçası. Görünüşü falan fena değil aslında. Ancak nedense Facebook'la kıyaslanmayacak kadar az aktif kullanıcısı olduğunu düşünüyorum. Aslında gerek Google gerek Microsoft'un o kadar yaygın online iletişim araçları ve mail hesabı olan kullanıcıları varken sosyal medyada çuvallamış olmaları ayrı bir araştırma konusu olabilir düşüncesindeyim.

Benim bildiğim uygulamalar genelde bunlar. İrili ufaklı bir çok proje daha var ama pek tutmadılar sanırım. Yahoo'nun Meme'si gibi. Demek ki gerçek hayatta neyse, sanal dünyada da aynı. Herkes herşeyi başaracak diye birşey yok.

Peki siz de benimle aynı fikir de misiniz? Hangi sosyal medya araçlarını kullanıyorsunuz? Hangilerini beğeniyor, hangilerini beğenmiyorsunuz?

Sosyal ağ ortamları blog alemini öldürdü diyorlar. Cidden de bu görüş doğru gibi. Açıkça söylemek gerekirse eski dostumuz blogger'deki şaşalı günlerimizi mumla arıyoruz hepimiz.

Herkes ağzındaki baklayı ıslatmadan söylediğinden ya da yumurta kıçımızda pek durmadığından olsa gerek. Artık blog okuyamaz, yazamaz olduk. Çok meşgulüz ya o sebepten böyle olmalı.

 Torba olmadığı için büzülemeyen ağızlarımız değer ifade edecek blog yazıları yerine, uçup gidecek gürültülere, saman alevlerine dönüştü bir bakıma. Buyrun bakın nerelerde laf ve ömür tüketiyoruz.

Friendfeed: Kavga edip tartışacaksan, birbirine laf sokacaksan güzel ortam. Ciddi zaman kaybına ve bağımlılığa yol açıyor. Sinirlenip hesap kapatmak cabası. Genelde fake hesap kaynıyor. Gruplaşmalar, ordan oraya sataşmalar, anlık tavan yapan tepkilerle diğer sosyal medya araçlarına göre daha "online" daha "aktif" ama bir o kadar da mahalleli algısı yaratıyor. Üstelik facebook FF'i satın aldığında kullanıcıları facebook'tan kazmalar burayı işgal edecek demesine rağmen. 

Facebook: Bir çok insanın genelde kendi adı sanıyla, nadiren de fake hesaplarla yer aldığı bir ortam. Ailenizin Facebook'u gibi birşey. Paylaşımlar daha samimi. Ancak insanın kendi eliyle kendini fişlemesine yol açan sıkıntılı bir durumu var. Yine de hem dünyada hem de ülkemizde en aktif kullanılan sosyal medya aracı.

 Neredeyse Facebook hesabı olmayana kız verilmeyecek kadar standart hale geldi ülkemizde. Öte yandan iş dünyasının da Facebook'a yönelmesi, Facebook sayfamızı beğen uygulamaları ve Viral reklamlar haline gelen küçük çaplı kullanıcı rüşvetleri Facebook'daki üyeler arası iletişimin tadını daha da kaçıracağa benziyor. 

Twitter: Bir ara ciddi ciddi öğrenme zorluğu yaşadığım, içine girmeyince mantığını dışardan bakarak bir türlü çözemediğim cıvıltı şeysi. Hesap açmama rağmen yine de kendisinden pek hoşlanmıyorum. Şahsen ancak ünlüleri ya da bazı tv programlarını izlemek için kullanılabilecek bir program gözüyle görüyorum. Etkileşim açısından bir yavanlığı var ama en çok televizyoncuların, siyasilerin dilinden düşmüyor. Kendi çalıp, kendi oynamak isteyenler ve kendini atasözü ve özdeyiş üstadı sananlar, ya da çarşıda duyduğunu pazarda pastelemek isteyenler için ideal.

Tumblr: Mantığı mikro blog olmasına karşın daha çok resimli roman tarzına dönmüş, fotoğraf altına yazılar kondurularak ilginç tarzlar oluşturulabilen bir ortam. Hesap açmamış olmama rağmen ilgi ile izlediğim bloglar var. Biraz Opera bloglarını da anımsatıyor. Kısa blog yazılarınızı, resimlerinizi, beğendiğiniz link, müzik ve videoları paylaşabiliyorsunuz. Hoşuma giden bir özelliği alıntı ve kaynak göstermeyi kolaylaştıran aynı zamanda gelenekleştiren bir yapısı var. Soru sorma özelliği ile Foursquare 'ı da aratmıyor.

Google+: Mailden ve arama motorundaki başarısından sonra Google sosyal mecra'da ne yapsa tutturamıyor. Google+ Facebook'a benzese de akibeti Google'un diğer başarısız projeleri gibi olacak sanki diye bir önyargı oluştu bende. İlginç olmasına rağmen, sıcak (kullanıcı dostu) değil gibi. Yine de Google inadından vazgeçmeyeceği için birgün çok başarılı bir google projesini sosyal alanda da görürsek şaşırmayalım. (bkz: Orkun Brezilya'da)

Msn Spaces: Birileri kullanıyor ama ben pek ilgilenmedim açıkçası. Görünüşü falan fena değil aslında. Ancak nedense Facebook'la kıyaslanmayacak kadar az aktif kullanıcısı olduğunu düşünüyorum. Aslında gerek Google gerek Microsoft'un o kadar yaygın online iletişim araçları ve mail hesabı olan kullanıcıları varken sosyal medyada çuvallamış olmaları ayrı bir araştırma konusu olabilir düşüncesindeyim.

Benim bildiğim uygulamalar genelde bunlar. İrili ufaklı bir çok proje daha var ama pek tutmadılar sanırım. Yahoo'nun Meme'si gibi. Demek ki gerçek hayatta neyse, sanal dünyada da aynı. Herkes herşeyi başaracak diye birşey yok.

Peki siz de benimle aynı fikir de misiniz? Hangi sosyal medya araçlarını kullanıyorsunuz? Hangilerini beğeniyor, hangilerini beğenmiyorsunuz?

Bir dizi, bir kanal, bir kaç tavsiye

5 yorum:
Beni bilirsiniz kolay kolay dizi, film vs. tavsiye etmem.
Çünkü doğru dürüst sıkı bir Tv izleyicisi değilim. Ancak nadir olarak çok beğendiklerimi paylaşırım. Belki sizin de hoşunuza gider.

1- TRT okul ve Radi Hoca. Son zamanlarda gördüğüm en komik, eğlenceli adam. Hoş bir komedyen. Özellikle okuyucu sorularına verdiği cevaplar süper.

Yayınlandığı Trt okul'da güzel bir kanal.
Ayrıca Trt çocuk ve çocukların sevgilisi PEPE'yi de es geçmeyelim.





2- Game of throns  yabancı diziler içinde Tudors'tan ve Spartaküs'ten sonra CNBC-E de yayına giren dönem dizisi oldukça ilginç ve alışkanlık yapıyor. İzlemenizi tavsiye ederim.


Geçen sezonlardaki gözdelerimden Behzat Ç.  ve Dr. House'u (ben artık izlemiyor olsam da) izlemeye devam etmenizi öneririm.

Not: Gördüğünüz gibi bir çok hayranı olmasına rağmen ben "Leyla ile Mecnun" fanatiği olamadım:)))
Beni bilirsiniz kolay kolay dizi, film vs. tavsiye etmem.
Çünkü doğru dürüst sıkı bir Tv izleyicisi değilim. Ancak nadir olarak çok beğendiklerimi paylaşırım. Belki sizin de hoşunuza gider.

1- TRT okul ve Radi Hoca. Son zamanlarda gördüğüm en komik, eğlenceli adam. Hoş bir komedyen. Özellikle okuyucu sorularına verdiği cevaplar süper.

Yayınlandığı Trt okul'da güzel bir kanal.
Ayrıca Trt çocuk ve çocukların sevgilisi PEPE'yi de es geçmeyelim.





2- Game of throns  yabancı diziler içinde Tudors'tan ve Spartaküs'ten sonra CNBC-E de yayına giren dönem dizisi oldukça ilginç ve alışkanlık yapıyor. İzlemenizi tavsiye ederim.


Geçen sezonlardaki gözdelerimden Behzat Ç.  ve Dr. House'u (ben artık izlemiyor olsam da) izlemeye devam etmenizi öneririm.

Not: Gördüğünüz gibi bir çok hayranı olmasına rağmen ben "Leyla ile Mecnun" fanatiği olamadım:)))

VAN'a BİR MİLYON OYUNCAK KAMPANYASI

Hiç yorum yok:

Çocuk oyunlarında yıkılan bir ev gördünüz mü hiç?

Oyunlardaki gibi yıkılmaz evler yapmak, mutlu ve yaratıcı çocuklar yetiştirebilmek için...

Van’daki çocuklarımızı oyuncaklarla sarıyoruz.

Haydi! Top, bebek, lego, araba, yap-boz yollayım.


Boya kalemi ya da bir kitapla çocuk gülücüklerine karışalım.


1Milyon Kalem Ailesi


Adres:
1milyonkalem -
VAN’A 1 MİLYON OYUNCAK KAMPANYASI


Van Valiliği

Cumhuriyet Cad. Hükümet Konağı.
65100 Şerefiye - Van


1 MİLYON OYUNCAK

Haydi 1milyon oyuncak

VAN'da bayram olacak
Şimdi kerVAN kurulacak
VAN'da bayram olacak


Çocuklar oynayacak
Neşeli, mutlu olacak
Hüzünler unutulacak
Haydi 1milyon oyuncak

Not: Bu bayram çocuklarınıza harçlığını bir fazla verin. Onlar VAN'lı kardeşlerine oyuncak alacak...

Çocuk oyunlarında yıkılan bir ev gördünüz mü hiç?

Oyunlardaki gibi yıkılmaz evler yapmak, mutlu ve yaratıcı çocuklar yetiştirebilmek için...

Van’daki çocuklarımızı oyuncaklarla sarıyoruz.

Haydi! Top, bebek, lego, araba, yap-boz yollayım.


Boya kalemi ya da bir kitapla çocuk gülücüklerine karışalım.


1Milyon Kalem Ailesi


Adres:
1milyonkalem -
VAN’A 1 MİLYON OYUNCAK KAMPANYASI


Van Valiliği

Cumhuriyet Cad. Hükümet Konağı.
65100 Şerefiye - Van


1 MİLYON OYUNCAK

Haydi 1milyon oyuncak

VAN'da bayram olacak
Şimdi kerVAN kurulacak
VAN'da bayram olacak


Çocuklar oynayacak
Neşeli, mutlu olacak
Hüzünler unutulacak
Haydi 1milyon oyuncak

Not: Bu bayram çocuklarınıza harçlığını bir fazla verin. Onlar VAN'lı kardeşlerine oyuncak alacak...

Yalnız ve güzel memleketim

2 yorum:
Neşeli bir şeyler yaz diyorlar. İnsan'da neşe kalsa yazacak elbet. Bir yandan şehit haberleri, alt üst olduk 24 can gitti. Bitmeyen PKK terörü. Hepimizde bir beklenti terör bitecek herşey sütliman olacak.

Oysa gidenler, görenler anlatıyor. Elektriğe para yok, suya para yok, vergi diye birşey yok. Neredeyse dilinde sözde kürdistan türküsü olmayan adam yok. Yeşil kartsız vatandaş yok, sağlık hizmetleri bedava, yetmedi ev sahipleri fakirim diye kömür yardımı alıp, kiracılarına parayla satıyor.

Hayvancılık yap diye inek bedava, süt bedava. Oysa insanlarda yaşam koşullarını iyileştirme çabası yok. Elektrik parası alamıyoruz bari tasarruflu ampül kullanın diye bedava dağıtılan lambaların içinde kamera var mı diye şüphelenecek kadar absürt bir paranoya. Öte yandan tek kolona iki ev diyerek, tabutlarda yaşamaya devam eden insanlar. Belediyelerin imarı denetleme gibi bir derdi yok. Varsa yoksa, dertleri yandaş kayırmaca.

İnsanın morali bozuluyor. Bir arkadaş "Oralarda devlet yok diyordum önceleri ama anladım ki asıl buralarda (sosyal) devlet yok." Devlet neyi var, neyi yoksa oralara akıtıyor. hizmetin alası oraya gidiyor, altında bir çok insanın lüks araçlar var, devlet yardımlarıyla yaşayan zenginler bile türemiş. Pkk'nın var olma sebebi ne etnik ayrımcılık, ne kürt sorunu bal gibi "eroin" için dağlardalar sözlerini duyunca, moralinizin düzgün kalması mümkün mü?

Üstüne VAN depremi. Hortlamaya hazır iki taraflı faşizm boyutlarında milliyetçilik akımları sosyal medyada. Ölsünler, gebersinler diyenler bir tarafta. Deprem altından canla başla kurtarılan ama hastaneye giderken ölen çocukları "Öldürdüler" diye manşet atan "Kürt faşişti" gazeteler bir yanda.

Öte yandan canla başla çalışan insanlar, kardeşlik bitmedi, yitmedi diyerek içimize umut serpen, alın terini insanlar yaşasın diye döken kurtarma ekipleri. İşini gücünü bırakıp yurdun dört bir yanında yardım toplayan asil milletimin asil insanları, yurtdaşlarımız, insan kardeşlerimiz.

Sonra yağma haberleri, çadırların satılma görüntüleri, yetmiyor çadır derken Ağrı merkeze kadar çadırların gittiği duyumları. Yardım kampanyalarında havada uçuşan "şu kadar milyon vericem" sözlerinin yalan, reklam çıkması. Bir tarafta ağlayan bebekler, bir tarafta hala umutla bekleyen insanlar ve o insanlara umut olsun diye yardım için çırpınan gönüllüler, halkımız, güzel yürekli insanlarımız.

Buruk bayramlar. Bir yanda bir fırsat olsa da  nasıl bayram protokollerini iptal etsem, nasıl gündemi değiştirsem görüntüsünde hükümet, diğer yanda bir bahane bulsam da hükümete nasıl çaksam derdinde, alternatif olmayı beceremeyen bir muhalefet.

Nuri Bilge CEYLAN'ın dediği gibi "Yalnız ve güzel memleketim"
Neşeli bir şeyler yaz diyorlar. İnsan'da neşe kalsa yazacak elbet. Bir yandan şehit haberleri, alt üst olduk 24 can gitti. Bitmeyen PKK terörü. Hepimizde bir beklenti terör bitecek herşey sütliman olacak.

Oysa gidenler, görenler anlatıyor. Elektriğe para yok, suya para yok, vergi diye birşey yok. Neredeyse dilinde sözde kürdistan türküsü olmayan adam yok. Yeşil kartsız vatandaş yok, sağlık hizmetleri bedava, yetmedi ev sahipleri fakirim diye kömür yardımı alıp, kiracılarına parayla satıyor.

Hayvancılık yap diye inek bedava, süt bedava. Oysa insanlarda yaşam koşullarını iyileştirme çabası yok. Elektrik parası alamıyoruz bari tasarruflu ampül kullanın diye bedava dağıtılan lambaların içinde kamera var mı diye şüphelenecek kadar absürt bir paranoya. Öte yandan tek kolona iki ev diyerek, tabutlarda yaşamaya devam eden insanlar. Belediyelerin imarı denetleme gibi bir derdi yok. Varsa yoksa, dertleri yandaş kayırmaca.

İnsanın morali bozuluyor. Bir arkadaş "Oralarda devlet yok diyordum önceleri ama anladım ki asıl buralarda (sosyal) devlet yok." Devlet neyi var, neyi yoksa oralara akıtıyor. hizmetin alası oraya gidiyor, altında bir çok insanın lüks araçlar var, devlet yardımlarıyla yaşayan zenginler bile türemiş. Pkk'nın var olma sebebi ne etnik ayrımcılık, ne kürt sorunu bal gibi "eroin" için dağlardalar sözlerini duyunca, moralinizin düzgün kalması mümkün mü?

Üstüne VAN depremi. Hortlamaya hazır iki taraflı faşizm boyutlarında milliyetçilik akımları sosyal medyada. Ölsünler, gebersinler diyenler bir tarafta. Deprem altından canla başla kurtarılan ama hastaneye giderken ölen çocukları "Öldürdüler" diye manşet atan "Kürt faşişti" gazeteler bir yanda.

Öte yandan canla başla çalışan insanlar, kardeşlik bitmedi, yitmedi diyerek içimize umut serpen, alın terini insanlar yaşasın diye döken kurtarma ekipleri. İşini gücünü bırakıp yurdun dört bir yanında yardım toplayan asil milletimin asil insanları, yurtdaşlarımız, insan kardeşlerimiz.

Sonra yağma haberleri, çadırların satılma görüntüleri, yetmiyor çadır derken Ağrı merkeze kadar çadırların gittiği duyumları. Yardım kampanyalarında havada uçuşan "şu kadar milyon vericem" sözlerinin yalan, reklam çıkması. Bir tarafta ağlayan bebekler, bir tarafta hala umutla bekleyen insanlar ve o insanlara umut olsun diye yardım için çırpınan gönüllüler, halkımız, güzel yürekli insanlarımız.

Buruk bayramlar. Bir yanda bir fırsat olsa da  nasıl bayram protokollerini iptal etsem, nasıl gündemi değiştirsem görüntüsünde hükümet, diğer yanda bir bahane bulsam da hükümete nasıl çaksam derdinde, alternatif olmayı beceremeyen bir muhalefet.

Nuri Bilge CEYLAN'ın dediği gibi "Yalnız ve güzel memleketim"

Beşikçioğlu'nun günahı

Hiç yorum yok:
Ekran yüzü mü diyorlar. Ünlü olmanın böyle götürüleri de var, getirileri gibi. Erdal BEŞİKÇİOĞLU iyi bir tiyatrocu. Sima benzerliği yüzünden bir trafik kazasında kaybettiğimiz sevilen vali Recep YAZICIOĞLU'nu canlandırdığı VALİ karakteri cuk üstüne oturdu.

Vali karakterinin üstüne, sevilen polisiye Behzat Ç. için arasalar daha uygun birini de bulamazlardı. Bir fenomen haline gelen, anti kahraman Behzat Ç. karakteri de Erdal BEŞİKÇİOĞLU'nun üstüne yine cuk diye oturdu. Ayrıca Erdal BEŞİKÇİOĞLU'da iyi bir tiyatrocu olarak dizi karakterine çok şey kattı.

Hepimiz biliriz bazen oyuncular üzerlerine yapışan karakterlerden kurtulmak için olmadık işler yaparlar, tam zıt rollerde oynarlar. İyi adam olmaktan bıkıp, kötü adamı süper oynayan Nejat İŞLER gibi. Böylece rolün sanatçıyı şekillendirmesine izin vermeden, sanatçı rolünü seçer ve ona değer katar. Zaten doğrusu da bana göre bu dur.

Erdal BEŞİKÇİOĞLU'nun bugünlerde başına gelen ise hiç de hoşlanmadığı birşey sanırım. Röportajlarından izlediğimce kendisi iyi bir eş, iyi bir baba ve iyi bir insan. Ülkemizde yaşanan VAN depremi, hepimiz gibi onu da üzmüştür mutlaka. Film ekibini de.

Halkımızın övülesi duyarlılığı ile açılan yardım kampanyaları peşpeşe geldi. Sonra TV kanallarının kampanyaları, gerçek ya da hayali vaadler havada uçuştu derken yeni vizyona  girecek olan Behzat Ç. "Seni kalbime gömdüm" adlı filmin 1günlük hasılatının depremzedelere verileceği duyuruldu. Bu iş içinde haliyle yine Erdal BEŞİKÇİOĞLU'nun yüzü kullanıldı. İşte ne olduysa bu hasılatın bir günlük değil 1 seanslık olduğu yönünde yapılan açıklamadan ve bu seansında en ölü saat olan 12.00 olduğunun ortaya çıkmasından sonra oldu.

Gazeteler, TVler ve Sosyal medyada bu olay çok eleştirildi. Hemen hemen herkez bunun bir yanlış anlama değil, "kıvırma" olduğunu söyledi. Film resmen sabote edilmiş gibi oldu. Daha fazla izleyici ile buluşması ve gişesi riske girdi. Ancak olay bununla kalmadı bana göre. Herkes görsellerde "Erdal BEŞİKÇİOĞLU"nun yüzünü kullandı. Çünkü "Behzat Ç." oydu. Yerden yere vurulan da o oldu. Kimse çıkıp BEŞİKÇİOĞLU'nu suçlamasa da, Behzat Ç "tu-kaka" olurken, böyle garip bir algı oluşturuldu.

-Vay be komserim seni böyle bilmezdik, oldu mu bu? türünde ironik manşetler atıldı. Erdal BEŞİKÇİOĞLU'na hiç de haketmediği bir şekilde, ekran yüzü olmanın, şöhretin ve öne çıkmanın garip faturası kesildi. Adam basın açıklamasını yapmakla işlediği günah yerine, kendisi bir skandala imza atsa bu denli yüzü yıpranmazdı herhalde.

Bu hem çok ironik bir durum, hem de şöhretin getirisi kadar götürüsününde olduğunun bir göstergesi.
Ekran yüzü mü diyorlar. Ünlü olmanın böyle götürüleri de var, getirileri gibi. Erdal BEŞİKÇİOĞLU iyi bir tiyatrocu. Sima benzerliği yüzünden bir trafik kazasında kaybettiğimiz sevilen vali Recep YAZICIOĞLU'nu canlandırdığı VALİ karakteri cuk üstüne oturdu.

Vali karakterinin üstüne, sevilen polisiye Behzat Ç. için arasalar daha uygun birini de bulamazlardı. Bir fenomen haline gelen, anti kahraman Behzat Ç. karakteri de Erdal BEŞİKÇİOĞLU'nun üstüne yine cuk diye oturdu. Ayrıca Erdal BEŞİKÇİOĞLU'da iyi bir tiyatrocu olarak dizi karakterine çok şey kattı.

Hepimiz biliriz bazen oyuncular üzerlerine yapışan karakterlerden kurtulmak için olmadık işler yaparlar, tam zıt rollerde oynarlar. İyi adam olmaktan bıkıp, kötü adamı süper oynayan Nejat İŞLER gibi. Böylece rolün sanatçıyı şekillendirmesine izin vermeden, sanatçı rolünü seçer ve ona değer katar. Zaten doğrusu da bana göre bu dur.

Erdal BEŞİKÇİOĞLU'nun bugünlerde başına gelen ise hiç de hoşlanmadığı birşey sanırım. Röportajlarından izlediğimce kendisi iyi bir eş, iyi bir baba ve iyi bir insan. Ülkemizde yaşanan VAN depremi, hepimiz gibi onu da üzmüştür mutlaka. Film ekibini de.

Halkımızın övülesi duyarlılığı ile açılan yardım kampanyaları peşpeşe geldi. Sonra TV kanallarının kampanyaları, gerçek ya da hayali vaadler havada uçuştu derken yeni vizyona  girecek olan Behzat Ç. "Seni kalbime gömdüm" adlı filmin 1günlük hasılatının depremzedelere verileceği duyuruldu. Bu iş içinde haliyle yine Erdal BEŞİKÇİOĞLU'nun yüzü kullanıldı. İşte ne olduysa bu hasılatın bir günlük değil 1 seanslık olduğu yönünde yapılan açıklamadan ve bu seansında en ölü saat olan 12.00 olduğunun ortaya çıkmasından sonra oldu.

Gazeteler, TVler ve Sosyal medyada bu olay çok eleştirildi. Hemen hemen herkez bunun bir yanlış anlama değil, "kıvırma" olduğunu söyledi. Film resmen sabote edilmiş gibi oldu. Daha fazla izleyici ile buluşması ve gişesi riske girdi. Ancak olay bununla kalmadı bana göre. Herkes görsellerde "Erdal BEŞİKÇİOĞLU"nun yüzünü kullandı. Çünkü "Behzat Ç." oydu. Yerden yere vurulan da o oldu. Kimse çıkıp BEŞİKÇİOĞLU'nu suçlamasa da, Behzat Ç "tu-kaka" olurken, böyle garip bir algı oluşturuldu.

-Vay be komserim seni böyle bilmezdik, oldu mu bu? türünde ironik manşetler atıldı. Erdal BEŞİKÇİOĞLU'na hiç de haketmediği bir şekilde, ekran yüzü olmanın, şöhretin ve öne çıkmanın garip faturası kesildi. Adam basın açıklamasını yapmakla işlediği günah yerine, kendisi bir skandala imza atsa bu denli yüzü yıpranmazdı herhalde.

Bu hem çok ironik bir durum, hem de şöhretin getirisi kadar götürüsününde olduğunun bir göstergesi.

İki dönüm bostan, yangel Osman

Hiç yorum yok:
İkimiz bir fidanın güller açan dalı değiliz. İki binaya bir kolon'la iş kotarılmış. Başta birisi anlatmalı sanırım, kolon denilen şey binanın temelidir, taşıyıcısıdır. Kolon yoksa depreme de gerek yok o bina kendiliğinden de yıkılır.

Çaldığın malzeme binayı değil, ömrünü ucuzlatır. Deprem olmasaydı ne olurdu. Böyle binalar yapılmaya devam ettikçe zaten sonu belli bu maceranın. Bir şekilde nasıl ayakta durmuş hayret edeceğimiz bir durum. Yazık değil mi yitirilen canlara. Bu kadar aymazlık neden. Göz göre göre cinayet değil de bu nedir?

Bu bina yapılırken belediye neredeydi, ne yapıyordu acaba? Particilik, ırkçılık, bağnazlık, yobazlık bu kadar kötü birşey işte. Bu binayı görmezden gelirsin ve sonra insanlar ölür, nerde bu devlet dersin. Sen de devletin belediyesisin. Sen de bu devletin vatandaşısın. Yapma, yaptırma, katil illa kurşun sıkan değil, sen de katilsin.
İkimiz bir fidanın güller açan dalı değiliz. İki binaya bir kolon'la iş kotarılmış. Başta birisi anlatmalı sanırım, kolon denilen şey binanın temelidir, taşıyıcısıdır. Kolon yoksa depreme de gerek yok o bina kendiliğinden de yıkılır.

Çaldığın malzeme binayı değil, ömrünü ucuzlatır. Deprem olmasaydı ne olurdu. Böyle binalar yapılmaya devam ettikçe zaten sonu belli bu maceranın. Bir şekilde nasıl ayakta durmuş hayret edeceğimiz bir durum. Yazık değil mi yitirilen canlara. Bu kadar aymazlık neden. Göz göre göre cinayet değil de bu nedir?

Bu bina yapılırken belediye neredeydi, ne yapıyordu acaba? Particilik, ırkçılık, bağnazlık, yobazlık bu kadar kötü birşey işte. Bu binayı görmezden gelirsin ve sonra insanlar ölür, nerde bu devlet dersin. Sen de devletin belediyesisin. Sen de bu devletin vatandaşısın. Yapma, yaptırma, katil illa kurşun sıkan değil, sen de katilsin.

Kulağı tersten göstermek

Hiç yorum yok:
Hükümet bir çok şeyi iyi yapmasına rağmen, yöneticilerimiz halka iletişimi büyük oranda başarmış olmasına rağmen, toplumun bir kısmını (özellikle muhalif kesimini) pek iplemiyor görüntüsü veriyor.

Bu da gereksiz gerilimlere sebep oluyor. Bunu bilerek mi yapıyorlar, bir iletişim danışmanı yok mu, yoksa o da aynı kafadan mı bilemiyoruz tabi ki.

Cumhuriyet bayramı törenlerinin iptal edilmesi yine benzer bir görüntü oluşmasına yol açtı. Şehit askerler, ardından gelen deprem yüzünden 3o Ağustos ve 29 Ekim resepsiyon ve törenlerinin iptal edilmesi zaten bu konuda önyargı ile bakılan AKP hükümetine bakışta yine sorunlara yol açtı. Muhalefete asist yapılıp, adeta al sen de gol at denildi. Gerçi olaya satranç gibi bakıp, bir sonraya başka bir hamle saklandı mı onu da ileride göreceğiz.

Eskilerin "ilm-i usul" dedikleri bir yöntem bilimi var. Yani işi usulünce yapmak ya da söylemek diye tercüme edebiliriz belki. Örneğin: Kutlamalar ve geçit töreni iptal, gerisi normal olarak yapılacak demek yerine olayı tersinden vurgulayıp, sıkıntılı günler yaşadık ama bayramı kutlayalım, sadece işin geçit resmi ile eğlence kısmını bu ortamda iptal ettik denilse halkın algısı daha farklı olabilirdi.

Yani bazen olayın mantığı doğru bile olsa, halkta yanlış algılamalar uyandırmak yerine kulağını tersten göstermeyi becerebilmek gerek. Yetkililer biraz da bardağın dolu tarafına bakmamızı istiyorlarsa, en önce kendileri bardağın dolu tarafını göstermeyi denemeliler.
Hükümet bir çok şeyi iyi yapmasına rağmen, yöneticilerimiz halka iletişimi büyük oranda başarmış olmasına rağmen, toplumun bir kısmını (özellikle muhalif kesimini) pek iplemiyor görüntüsü veriyor.

Bu da gereksiz gerilimlere sebep oluyor. Bunu bilerek mi yapıyorlar, bir iletişim danışmanı yok mu, yoksa o da aynı kafadan mı bilemiyoruz tabi ki.

Cumhuriyet bayramı törenlerinin iptal edilmesi yine benzer bir görüntü oluşmasına yol açtı. Şehit askerler, ardından gelen deprem yüzünden 3o Ağustos ve 29 Ekim resepsiyon ve törenlerinin iptal edilmesi zaten bu konuda önyargı ile bakılan AKP hükümetine bakışta yine sorunlara yol açtı. Muhalefete asist yapılıp, adeta al sen de gol at denildi. Gerçi olaya satranç gibi bakıp, bir sonraya başka bir hamle saklandı mı onu da ileride göreceğiz.

Eskilerin "ilm-i usul" dedikleri bir yöntem bilimi var. Yani işi usulünce yapmak ya da söylemek diye tercüme edebiliriz belki. Örneğin: Kutlamalar ve geçit töreni iptal, gerisi normal olarak yapılacak demek yerine olayı tersinden vurgulayıp, sıkıntılı günler yaşadık ama bayramı kutlayalım, sadece işin geçit resmi ile eğlence kısmını bu ortamda iptal ettik denilse halkın algısı daha farklı olabilirdi.

Yani bazen olayın mantığı doğru bile olsa, halkta yanlış algılamalar uyandırmak yerine kulağını tersten göstermeyi becerebilmek gerek. Yetkililer biraz da bardağın dolu tarafına bakmamızı istiyorlarsa, en önce kendileri bardağın dolu tarafını göstermeyi denemeliler.

Hey ŞERİF! sakin ol

Hiç yorum yok:
Aksi bir ihtiyar işte. Evet efsanevi bir aktör, gerçekten ünlü bir şahıs. Bir çok filmde başrol oynamış, hem de holywood filmleri boru değil. Ama yine de adam zaten kavgacı, mazisinde bir kaç tokat atmışlığı var.

Şöhret böyle birşey sanırım. En azından bizim coğrafya insanlarında böyle bir durum var. Gerçi yabancıların da çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Gerçi Acun ILICALI'ya bakarsak bizimkiler daha çok kasıyor kendini.

Olayı hatırlayalım. Ömer ŞERİF Katar'da düzenlenen film festivalinde kırmızı halıda yanına gelen bayan hayranına "sana sonra dedim" diyerek bir tokat atmıştı. Gerçi bayan hayranının ısrarı yüzünden konuşurken bi an ne diyeceğini şaşırıp kekelediği görülüyor aktörün ama yine de hoş bir şey değil.

Bir diğer kanı da aktörün bunu içinden çıktığı Arap coğrafyasında daha kolay yapıyor olduğu. Neticede bizim buralarda kurallar böyle işler demeye de mi getiriyor bilinmez. Belki de hayranı da bir arap ve alışıktır erkeklerin kendine böyle davranmasına. Biz de adet böyledir kadını tokatlarlar diyerek kendisine gösterilen şiddeti hoşgörüp fotoğraf çektirmeye devam ettiğine göre.

İşin ilginç tarafı kadın hakları savunucularından da pek çıt çıkmadı olay üzerine. Ya aksi bir ihtiyar deyip geçtiler ya da şöhrete onlar da ses çıkarmadılar. O zaman Kıvanç TATLITUĞ olmak lazım kadın tokatlamak için diye bir sonuç çıkar ki ortaya aman diyeyim, yakışıklı erkekler duymasın.
Aksi bir ihtiyar işte. Evet efsanevi bir aktör, gerçekten ünlü bir şahıs. Bir çok filmde başrol oynamış, hem de holywood filmleri boru değil. Ama yine de adam zaten kavgacı, mazisinde bir kaç tokat atmışlığı var.

Şöhret böyle birşey sanırım. En azından bizim coğrafya insanlarında böyle bir durum var. Gerçi yabancıların da çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Gerçi Acun ILICALI'ya bakarsak bizimkiler daha çok kasıyor kendini.

Olayı hatırlayalım. Ömer ŞERİF Katar'da düzenlenen film festivalinde kırmızı halıda yanına gelen bayan hayranına "sana sonra dedim" diyerek bir tokat atmıştı. Gerçi bayan hayranının ısrarı yüzünden konuşurken bi an ne diyeceğini şaşırıp kekelediği görülüyor aktörün ama yine de hoş bir şey değil.

Bir diğer kanı da aktörün bunu içinden çıktığı Arap coğrafyasında daha kolay yapıyor olduğu. Neticede bizim buralarda kurallar böyle işler demeye de mi getiriyor bilinmez. Belki de hayranı da bir arap ve alışıktır erkeklerin kendine böyle davranmasına. Biz de adet böyledir kadını tokatlarlar diyerek kendisine gösterilen şiddeti hoşgörüp fotoğraf çektirmeye devam ettiğine göre.

İşin ilginç tarafı kadın hakları savunucularından da pek çıt çıkmadı olay üzerine. Ya aksi bir ihtiyar deyip geçtiler ya da şöhrete onlar da ses çıkarmadılar. O zaman Kıvanç TATLITUĞ olmak lazım kadın tokatlamak için diye bir sonuç çıkar ki ortaya aman diyeyim, yakışıklı erkekler duymasın.

Abarttık, kekini de kabarttık

Hiç yorum yok:
Tasarım güzel şey, haşarı, uçarı, özgün. Her zaman düzgün, kullanışlı şeyler çıkmıyor ortaya. Bazen de tasarımcılar işi abartıp hiç de yüzüne bakılmayacak ürünler üretebiliyorlar. Ancak onları eleştirirken şevklerini, heyecanlarını da kırmamak gerekiyor.

Abuk tasarımlar, bazen sivri zeka çözümler halinde de kendini gösterebiliyor. Bazen de çok kullanışsız, itici şeyler olarak da hafızalarımızda yer ediyorlar.

Hepiniz mutlaka bu tip değişik şeyler görmüşsünüz ve yok artık demişsinizdir. İşte bu ayakkabı da benzer tasarımlardan biri. Bir köpeği giyiyor gibisiniz. Sitesinde bir kaç model de var, ayakkabın burunları köpek ağzı gibi açılmış yazlık modeller bulmak da mümkün.

Özgün ama bazıları hiç de hoş olmamış. Kim giyer ki bunları demiyoruz çünkü her tasarım kullanılmak için üretilmediği gibi, insanoğlu gariptir, ne yapacağı, hangi extrem şeylerden hoşlanacağı hiç belli olmaz.
Tasarım güzel şey, haşarı, uçarı, özgün. Her zaman düzgün, kullanışlı şeyler çıkmıyor ortaya. Bazen de tasarımcılar işi abartıp hiç de yüzüne bakılmayacak ürünler üretebiliyorlar. Ancak onları eleştirirken şevklerini, heyecanlarını da kırmamak gerekiyor.

Abuk tasarımlar, bazen sivri zeka çözümler halinde de kendini gösterebiliyor. Bazen de çok kullanışsız, itici şeyler olarak da hafızalarımızda yer ediyorlar.

Hepiniz mutlaka bu tip değişik şeyler görmüşsünüz ve yok artık demişsinizdir. İşte bu ayakkabı da benzer tasarımlardan biri. Bir köpeği giyiyor gibisiniz. Sitesinde bir kaç model de var, ayakkabın burunları köpek ağzı gibi açılmış yazlık modeller bulmak da mümkün.

Özgün ama bazıları hiç de hoş olmamış. Kim giyer ki bunları demiyoruz çünkü her tasarım kullanılmak için üretilmediği gibi, insanoğlu gariptir, ne yapacağı, hangi extrem şeylerden hoşlanacağı hiç belli olmaz.

Ağla be! Oğlum Osman

Hiç yorum yok:
Önce Harry POTTER yıktı hayallerimizi, sonra SEZERCİK, HAVUÇ'da büyüdü eşek kadar adam oldu. Kaldık kahramansız derken. Eski zamanların çocuk kahramanlarının yerini doldurdu OSMAN. Hem de nasıl bir dolduruş o. Oynadığı dizi "Öyle bir geçer zaman ki" onun sayesinde bütün ratingleri alt üst ettiği yetmezmiş gibi, küçük kahramanı Osman da, bir çok insanın özellikle de kadınların yüreğini alt üst ederek.

Hiç kimsenin sevgilisini Brad PİT'gillerden sakınmasına gerek yok, OSMAN yetiyor. Bütün kadınların dilinde varsa, yoksa Osman. Onun gibi bir evladım olsun cümle aleme borcum olsun diyen mi ararsın. Yerim ben onu diye çocuğu versen ellerine şekerleme kıvamında tüketecekleri mi ararsın.

Aman Osman, kaybolma ve mümkünse birden aniden büyüme. Alıştıra alıştıra büyü lütfen. Yoksa birden toplumsal travma yaşarız. Biz sensiz naparız. 10 milyar kazanıyormuşsun ayda, helal hoş olsun. Bizi böyle doya doya kim ağlatabilir ki. İnsanlığımızı, merhamet, sevgi gibi duyguları hatırladık sayende.

Çok yaşa sen e mi...
Önce Harry POTTER yıktı hayallerimizi, sonra SEZERCİK, HAVUÇ'da büyüdü eşek kadar adam oldu. Kaldık kahramansız derken. Eski zamanların çocuk kahramanlarının yerini doldurdu OSMAN. Hem de nasıl bir dolduruş o. Oynadığı dizi "Öyle bir geçer zaman ki" onun sayesinde bütün ratingleri alt üst ettiği yetmezmiş gibi, küçük kahramanı Osman da, bir çok insanın özellikle de kadınların yüreğini alt üst ederek.

Hiç kimsenin sevgilisini Brad PİT'gillerden sakınmasına gerek yok, OSMAN yetiyor. Bütün kadınların dilinde varsa, yoksa Osman. Onun gibi bir evladım olsun cümle aleme borcum olsun diyen mi ararsın. Yerim ben onu diye çocuğu versen ellerine şekerleme kıvamında tüketecekleri mi ararsın.

Aman Osman, kaybolma ve mümkünse birden aniden büyüme. Alıştıra alıştıra büyü lütfen. Yoksa birden toplumsal travma yaşarız. Biz sensiz naparız. 10 milyar kazanıyormuşsun ayda, helal hoş olsun. Bizi böyle doya doya kim ağlatabilir ki. İnsanlığımızı, merhamet, sevgi gibi duyguları hatırladık sayende.

Çok yaşa sen e mi...

Kahramanlar aramızda

Hiç yorum yok:
Yaşanan VAN depremi ile birlikte olay yerine hızla ulaşıp, müdahale eden arama kurtarma ekiplerin başarısı, onları kahraman ilan etmeğe değer. Mutlaka bir çok aksaklık olabilir, eksiklik olabilir ama geçmiş depremlerdeki duruma göre arama kurtarma faaliyetlerinde çok çok iyi bir noktaya geldiğimiz gün gibi ortada olan bir gerçek.

Tabi bunda aynı zamanda insanlarımızın cefakarlığı, vefakarlığı ve üstün gayretini de katmak gerek. 11 Eylül saldırılarında canları pahasına insanları kurtarmaya çırpınan itfaiyeciler nasıl Amerika'da kahraman ilan edilmişlerse bizim de bu depremde canla başla çalışan kurtarma görevlilerini kahraman ilan etmemiz gerektiğini düşünmekteyim.

Onların bir insan kurtardıklarında yaşadıkları sevinç gözlerinden okunuyor. Zaten bu denli dur durak bilmeden çalışmalarında, çabalarında bu insan sevgisinin izlerini her an görmek mümkün. Bu depremde belki adını sayamadığımız bir çok dernek ve kuruluş arama kurtarma ve yardım görevi yaptılar.  UMKE - AFAD - AKUD - KIZILAY hepsi takdir edilmesi gereken yüz akı kuruluşlarımız bizce.

Sağolun, iyi ki varsınız.
Yaşanan VAN depremi ile birlikte olay yerine hızla ulaşıp, müdahale eden arama kurtarma ekiplerin başarısı, onları kahraman ilan etmeğe değer. Mutlaka bir çok aksaklık olabilir, eksiklik olabilir ama geçmiş depremlerdeki duruma göre arama kurtarma faaliyetlerinde çok çok iyi bir noktaya geldiğimiz gün gibi ortada olan bir gerçek.

Tabi bunda aynı zamanda insanlarımızın cefakarlığı, vefakarlığı ve üstün gayretini de katmak gerek. 11 Eylül saldırılarında canları pahasına insanları kurtarmaya çırpınan itfaiyeciler nasıl Amerika'da kahraman ilan edilmişlerse bizim de bu depremde canla başla çalışan kurtarma görevlilerini kahraman ilan etmemiz gerektiğini düşünmekteyim.

Onların bir insan kurtardıklarında yaşadıkları sevinç gözlerinden okunuyor. Zaten bu denli dur durak bilmeden çalışmalarında, çabalarında bu insan sevgisinin izlerini her an görmek mümkün. Bu depremde belki adını sayamadığımız bir çok dernek ve kuruluş arama kurtarma ve yardım görevi yaptılar.  UMKE - AFAD - AKUD - KIZILAY hepsi takdir edilmesi gereken yüz akı kuruluşlarımız bizce.

Sağolun, iyi ki varsınız.

Yakışmadı biraz sanki

Hiç yorum yok:
Kolay değil, mağdur insan psikolojisi. Biraz çaresizlik, en başta da ÇADIR konusundaki iletişimsizlik ya da biraz da işin içine organizasyon boşluğu girince herkesin herşeyi kendinin yapmak istemesi neticesi yaşanan yağma.

Deprem bölgesinden alınan haberlere göre 17 tır yağmalanmış. Hoş şeyler değil. 
Ancak öğreniyoruz yavaş yavaş kriz yönetimini. Böyle zamanlarda nasıl davranacağımızı. Gerçi hiç bir zaman Japonlar gibi sıraya geçip, beklemeyi öğrenemeyeceğimiz bir gerçek. Kürt ya da Türk genlerimizde yok çünkü bu kadar sakin olabilmek.

Yakışmayan şeylerden biri de TV'de bir kaç dilinin ayarı olmayan spikerin çam devirmesi ya da ırkçı söylemlere gitmesi neticesi oluşan hava ve gerilim. Biz ne yazık ki kollektif hareket etmeyi başaramadığımız gibi, iyi ve kötü algımızda toptancı bir söylemden sıyrılamıyor, sapla samanı ayırt edemiyoruz.

Terör olaylarının üstüne "Deprem'de inşallah tüm masum vatandaşlar kurtulur da eli kanlı, silah çeken katillerin üstüne göçer, dağlar taşlar" denilse sanırım bu denli tepki alınmazdı. Yardım kolilerinin bazılarına "taş" koymak "alın polise atarsınız lazım olur dercesine" nasıl bir aklın ürünüdür şaşarım. Aynı şekilde hasbelkadar kolilere konmuş "bayrak"lara hakaret etmek de benzer bir ırkçı aklın ve ruhun ürünü. Yani aslında tüm ırkçı, faşistler kardeş... "Kan kardeşi değiller ama kin kardeşiler.

Yakışmayan şeylerden biri de bölgede protestolar, taş ve sopalarla, molotoflarla gösteriler yaparken inanılmaz bir disiplin ve organizasyon gösteren bir partinin yandaş ve sempatizanlarının ortadan kaybolup, hiç bir yardım çalışmasında gözükmemesi ve belediye sitesinden sanki sadece kendi etnik grupları yardım ediyormuşcasına duyurular yapmaları.

Tabi bütün bunlara rağmen halkın büyük çoğunluğunun büyük bir özveri ile yardım çağrılarına koşmasını, bağışta yarışmasını, görevlilerin insanüstü çabasını alkışlamak gerek.
Kolay değil, mağdur insan psikolojisi. Biraz çaresizlik, en başta da ÇADIR konusundaki iletişimsizlik ya da biraz da işin içine organizasyon boşluğu girince herkesin herşeyi kendinin yapmak istemesi neticesi yaşanan yağma.

Deprem bölgesinden alınan haberlere göre 17 tır yağmalanmış. Hoş şeyler değil. 
Ancak öğreniyoruz yavaş yavaş kriz yönetimini. Böyle zamanlarda nasıl davranacağımızı. Gerçi hiç bir zaman Japonlar gibi sıraya geçip, beklemeyi öğrenemeyeceğimiz bir gerçek. Kürt ya da Türk genlerimizde yok çünkü bu kadar sakin olabilmek.

Yakışmayan şeylerden biri de TV'de bir kaç dilinin ayarı olmayan spikerin çam devirmesi ya da ırkçı söylemlere gitmesi neticesi oluşan hava ve gerilim. Biz ne yazık ki kollektif hareket etmeyi başaramadığımız gibi, iyi ve kötü algımızda toptancı bir söylemden sıyrılamıyor, sapla samanı ayırt edemiyoruz.

Terör olaylarının üstüne "Deprem'de inşallah tüm masum vatandaşlar kurtulur da eli kanlı, silah çeken katillerin üstüne göçer, dağlar taşlar" denilse sanırım bu denli tepki alınmazdı. Yardım kolilerinin bazılarına "taş" koymak "alın polise atarsınız lazım olur dercesine" nasıl bir aklın ürünüdür şaşarım. Aynı şekilde hasbelkadar kolilere konmuş "bayrak"lara hakaret etmek de benzer bir ırkçı aklın ve ruhun ürünü. Yani aslında tüm ırkçı, faşistler kardeş... "Kan kardeşi değiller ama kin kardeşiler.

Yakışmayan şeylerden biri de bölgede protestolar, taş ve sopalarla, molotoflarla gösteriler yaparken inanılmaz bir disiplin ve organizasyon gösteren bir partinin yandaş ve sempatizanlarının ortadan kaybolup, hiç bir yardım çalışmasında gözükmemesi ve belediye sitesinden sanki sadece kendi etnik grupları yardım ediyormuşcasına duyurular yapmaları.

Tabi bütün bunlara rağmen halkın büyük çoğunluğunun büyük bir özveri ile yardım çağrılarına koşmasını, bağışta yarışmasını, görevlilerin insanüstü çabasını alkışlamak gerek.

Çok okunan yazılar