Kuş dilini nasıl öğrendim

4 yorum:


Hani şu GE ekleyerek heceleri böldüğümüz ilkokuldayken...

se ge ne ge ni gi se vi yo go ru gum diyerek gizli aşkımızı itiraf ettiğimiz.

Kuş dili...

Çok şey söylemek mümkün. Konuşamıyorum... demek bir bakıma. Gözlerime bak da anla hali. Ya gözlerden bile ıraksa insan...

Askerdeyim. Güneydoğulu bir arkadaş, okuma yazması yok mektup yazmamı istedi ailesine. Sanırım askerdeyken bir çocuğu doğmuş...

Oturduk bir akşam yazdık mektubu. Klasik anneme selam eder ellerinden öperim. Babama selam eder ellerinden öperim nakaratlarıyla süren bir mektup...

Yenidoğan bebek soruldu evdeki herkesten sonra... Ardından ne kadar adı konmuş büyük baş hayvan varsa... Sarı kız, çilli dana....

Mektup biterken bir ayrıntı atlanmıştı hatırlattım...

-Eee hani hanım? Eşini sorup selam etmedik???

-Ayıp dedi...

Dondum kaldım. Hanıma selam edilmez. O çocuklardan sarıkıza geçince arada kendisinin de halini hatırını sorduğumu bilir ve mutlu olur...

Yani Kadın mektupta bir ES miktarı vardı... Bugün düşünüyorum keşke mektupta kocaman boş bir kaç satır bıraksaydım çocuklarla sarıkız arasında... o asker eşi kendini dolu dolu bulsaydı..

Bir daha yazmam dedim. İkinci mektupta eşine mutlaka selam yazacağız dedim. Aksi halde bu mektubu yarım bırakırım dedim... O gece yazdık mektubu razı geldi. Ama bir daha bana mektup yazdırmadı..

Kuşlar dilsiz kaldı....


II


............... Sonra şairliğim nüksetti... Eski hastalık... Yazarlığım ardından...

Baskıdan hiç uzak olmadım. Okulda tarih hocam. 12 eylül, askerde üstlerim ve ne garip ki tüm sevdiklerim, sevildiklerim...

Öfkemi perdeledim. Sevdamı perdeledim. Sıkıntımı derdimi, perdeledim ama susmadım, küsmedim, kusmadım...

Sonra söylemeden söylemeyi, kelimelerin sihrini keşfettim. Anlam içre anlamı. Kelimelerin birbirine dokunurken çıkardığı seslerden üretilen farklı tınıları....

Böylece kuş dili...ni çözmeye, kuş dilince konuşmaya başladım...



Hani şu GE ekleyerek heceleri böldüğümüz ilkokuldayken...

se ge ne ge ni gi se vi yo go ru gum diyerek gizli aşkımızı itiraf ettiğimiz.

Kuş dili...

Çok şey söylemek mümkün. Konuşamıyorum... demek bir bakıma. Gözlerime bak da anla hali. Ya gözlerden bile ıraksa insan...

Askerdeyim. Güneydoğulu bir arkadaş, okuma yazması yok mektup yazmamı istedi ailesine. Sanırım askerdeyken bir çocuğu doğmuş...

Oturduk bir akşam yazdık mektubu. Klasik anneme selam eder ellerinden öperim. Babama selam eder ellerinden öperim nakaratlarıyla süren bir mektup...

Yenidoğan bebek soruldu evdeki herkesten sonra... Ardından ne kadar adı konmuş büyük baş hayvan varsa... Sarı kız, çilli dana....

Mektup biterken bir ayrıntı atlanmıştı hatırlattım...

-Eee hani hanım? Eşini sorup selam etmedik???

-Ayıp dedi...

Dondum kaldım. Hanıma selam edilmez. O çocuklardan sarıkıza geçince arada kendisinin de halini hatırını sorduğumu bilir ve mutlu olur...

Yani Kadın mektupta bir ES miktarı vardı... Bugün düşünüyorum keşke mektupta kocaman boş bir kaç satır bıraksaydım çocuklarla sarıkız arasında... o asker eşi kendini dolu dolu bulsaydı..

Bir daha yazmam dedim. İkinci mektupta eşine mutlaka selam yazacağız dedim. Aksi halde bu mektubu yarım bırakırım dedim... O gece yazdık mektubu razı geldi. Ama bir daha bana mektup yazdırmadı..

Kuşlar dilsiz kaldı....


II


............... Sonra şairliğim nüksetti... Eski hastalık... Yazarlığım ardından...

Baskıdan hiç uzak olmadım. Okulda tarih hocam. 12 eylül, askerde üstlerim ve ne garip ki tüm sevdiklerim, sevildiklerim...

Öfkemi perdeledim. Sevdamı perdeledim. Sıkıntımı derdimi, perdeledim ama susmadım, küsmedim, kusmadım...

Sonra söylemeden söylemeyi, kelimelerin sihrini keşfettim. Anlam içre anlamı. Kelimelerin birbirine dokunurken çıkardığı seslerden üretilen farklı tınıları....

Böylece kuş dili...ni çözmeye, kuş dilince konuşmaya başladım...

Seni düşünüyorum

2 yorum:
AHB

Seni düşünüyorum... Beni bırakıp ne zaman gittin?

Ne zamandan beri böyleyim sensiz? Ne zamandan beri ağlıyorum biliyormusun böyle sessiz.

Dik duruyorum, boynumu bükmüyorum, yüreğim yaşlansa da insanlardan gözlerimi kaçırmıyorum. Ağlamıyorum artık anlıyacağın... Duyuyor musun. Büyüdüm artık ben, ağlamıyorum...

Artık senden korkmuyorum biliyormusun. Başkalarından da kormuyorum. Korkacak kimsem kalmadı kendimden başka...

Artık daha çok özlüyor ve özledikçe daha çok seviyorum seni, ve sevdikçe daha çok özlüyorum...

Benim sana söylediklerimi, şimdi bana söylüyorlar biliyormusun? Kimliğini değil ama rolünü çaldım hayattan.

Sen kadar güçlü değilim, olsun. Ama söylediğin gibiyim. Ağlamıyorum. Dik duruyorum. Yetim çocuklar gibi boynumu eğmiyorum ...

Farkındayım, biliyorum. Artık kol da benim, kanat da. Kapıları en son ben kilitliyorum. Işıkları ben söndürüyorum. Ben çekiyorum yorganları birer birer herkesin üzerine.

Çünkü sen yoksun...

Bugün son gezdiğimiz yerlerde gezdim yine. Hani senin elini son kez bıraktığım. Bana "git artık" dedikleri yerde...

Beklemişsin...

Sevinip ağladım... "Ben gitmedim ama biliyorum sen geleceksin dedin" bana.

Bir seni, bir de hiç görmediğim ablamı çok özledim biliyormusun?

Ötelerde bir yerlerde duydum, işittim söyle bir kardeş daha gönderdiler ablama...

Sevinsin, elini tutsun az, gezdirsin onu. Ürkektir, korkaktır, ışığı görmeden karanlığa sakladılar onu. Az ablalık yapsın yumurcağa...

Bir çay içeceğim birazdan, belki balık da yerim. Sen de ister misin? İki adım ötende işte çay bahçesi, hadi ilk kez ben ısmarlayacağım, niçin gelmezsin?...

Tamam peki... Gidiyorum.

Üzülmedim, ağlamadım.

Bak dik duruyorum. Boynumu bükmedim. Öksürmüyorum.Terli soğuk su bile içmedim. Tamam, burnumu da çekmedim.

Ya ellerim mi?.. Peki, ellerimi de cebimden çıkardım...

Hoşçakal. Gelirim yine.

Selam söyle ablama...

Baba:(
AHB

Seni düşünüyorum... Beni bırakıp ne zaman gittin?

Ne zamandan beri böyleyim sensiz? Ne zamandan beri ağlıyorum biliyormusun böyle sessiz.

Dik duruyorum, boynumu bükmüyorum, yüreğim yaşlansa da insanlardan gözlerimi kaçırmıyorum. Ağlamıyorum artık anlıyacağın... Duyuyor musun. Büyüdüm artık ben, ağlamıyorum...

Artık senden korkmuyorum biliyormusun. Başkalarından da kormuyorum. Korkacak kimsem kalmadı kendimden başka...

Artık daha çok özlüyor ve özledikçe daha çok seviyorum seni, ve sevdikçe daha çok özlüyorum...

Benim sana söylediklerimi, şimdi bana söylüyorlar biliyormusun? Kimliğini değil ama rolünü çaldım hayattan.

Sen kadar güçlü değilim, olsun. Ama söylediğin gibiyim. Ağlamıyorum. Dik duruyorum. Yetim çocuklar gibi boynumu eğmiyorum ...

Farkındayım, biliyorum. Artık kol da benim, kanat da. Kapıları en son ben kilitliyorum. Işıkları ben söndürüyorum. Ben çekiyorum yorganları birer birer herkesin üzerine.

Çünkü sen yoksun...

Bugün son gezdiğimiz yerlerde gezdim yine. Hani senin elini son kez bıraktığım. Bana "git artık" dedikleri yerde...

Beklemişsin...

Sevinip ağladım... "Ben gitmedim ama biliyorum sen geleceksin dedin" bana.

Bir seni, bir de hiç görmediğim ablamı çok özledim biliyormusun?

Ötelerde bir yerlerde duydum, işittim söyle bir kardeş daha gönderdiler ablama...

Sevinsin, elini tutsun az, gezdirsin onu. Ürkektir, korkaktır, ışığı görmeden karanlığa sakladılar onu. Az ablalık yapsın yumurcağa...

Bir çay içeceğim birazdan, belki balık da yerim. Sen de ister misin? İki adım ötende işte çay bahçesi, hadi ilk kez ben ısmarlayacağım, niçin gelmezsin?...

Tamam peki... Gidiyorum.

Üzülmedim, ağlamadım.

Bak dik duruyorum. Boynumu bükmedim. Öksürmüyorum.Terli soğuk su bile içmedim. Tamam, burnumu da çekmedim.

Ya ellerim mi?.. Peki, ellerimi de cebimden çıkardım...

Hoşçakal. Gelirim yine.

Selam söyle ablama...

Baba:(

İçimizdeki Renkler / Siyah-3

Hiç yorum yok:

Güneşi ardına aldığında gölgesi uzayan, yakıcı sıcaklardan bunaldığınızda gölgesine sığındığımız tek renk siyah. Bazen onunla birlikte kaybolmak isteyeceğiniz kadar huzur veren, bazen gözlerine bakınca kaybolup gitmekten korktuğunuz bir renk. Siyah korkulacak ama çekici ve sevilesi, çok çok özel bir renk.

Siyah, konuşabilseydi çok şey anlatırdı bize eminim. Ama diline dokuz düğüm vurmasının da elbet bir sebebi olmalı diye düşündüm. Suskun bir renkti siyah. Sonrasında kaderine küskün bir renk olduğunu da öğrendim. Tıpkı hepimizin yazgısında okumak istemediğimiz sayfaların olduğu gibi.

Siyah bizim içimizdeki matemin rengiydi ve susmasını konuşmaktan iyi bilirdi.

Eğilip baktı yazdıklarıma. Çok şey yazmış, az şey anlatmışsın dedi baktıkça ürktüğüm sürmeli gözleriyle. Gözlerimi içimi delip geçiyordu.

Haydi dedi korkma, yaz. Söyleyemediklerini de söyle. Ne kadar hırçın olduğumu da söyle. Başka renklerin ışıltısına kapılıp gittiğin ve benden köşe bucak kaçtığın günleri de anımsa. Gece yanıma koşarken, gündüz beni göremediğinde aklındaki binlerce şüpheden de bahset. Bana nasıl bu kadar kızdığını da anlat.

Ya güneş doğmazsa diye nasıl korkuyorsun değil mi? Ağaçların yeşili, denizlerin mavisi, hayallerin pembesi, umudun sarısı, hepsi bir daha görünmez diye öyle korkuyorsun değil mi?

Oysa gün battığında sığındığın benim. Korkma ben gecelerden gündüzüne inmeyeceğim ama sen benden gitsen de daima gecelerin koynunda seni bekleyeceğim. (sürecek)

Güneşi ardına aldığında gölgesi uzayan, yakıcı sıcaklardan bunaldığınızda gölgesine sığındığımız tek renk siyah. Bazen onunla birlikte kaybolmak isteyeceğiniz kadar huzur veren, bazen gözlerine bakınca kaybolup gitmekten korktuğunuz bir renk. Siyah korkulacak ama çekici ve sevilesi, çok çok özel bir renk.

Siyah, konuşabilseydi çok şey anlatırdı bize eminim. Ama diline dokuz düğüm vurmasının da elbet bir sebebi olmalı diye düşündüm. Suskun bir renkti siyah. Sonrasında kaderine küskün bir renk olduğunu da öğrendim. Tıpkı hepimizin yazgısında okumak istemediğimiz sayfaların olduğu gibi.

Siyah bizim içimizdeki matemin rengiydi ve susmasını konuşmaktan iyi bilirdi.

Eğilip baktı yazdıklarıma. Çok şey yazmış, az şey anlatmışsın dedi baktıkça ürktüğüm sürmeli gözleriyle. Gözlerimi içimi delip geçiyordu.

Haydi dedi korkma, yaz. Söyleyemediklerini de söyle. Ne kadar hırçın olduğumu da söyle. Başka renklerin ışıltısına kapılıp gittiğin ve benden köşe bucak kaçtığın günleri de anımsa. Gece yanıma koşarken, gündüz beni göremediğinde aklındaki binlerce şüpheden de bahset. Bana nasıl bu kadar kızdığını da anlat.

Ya güneş doğmazsa diye nasıl korkuyorsun değil mi? Ağaçların yeşili, denizlerin mavisi, hayallerin pembesi, umudun sarısı, hepsi bir daha görünmez diye öyle korkuyorsun değil mi?

Oysa gün battığında sığındığın benim. Korkma ben gecelerden gündüzüne inmeyeceğim ama sen benden gitsen de daima gecelerin koynunda seni bekleyeceğim. (sürecek)

Babalar günün kutlu olsun Adem

Hiç yorum yok:

Dünyanın en büyük sevdası bana göreAdem’le Havva'nın sevdasıdır. Öyle ki, dağlar diz çökmüş önünde ve özlemle çığlıklar öyle uzaklara ulaşmış, kolay mı cennetten kovulmak yasak meyve için

İki yarım elmanın sevdası bu, o kadar uzak kalmışlar ki Adem'le Havva. Kavuşmadan yaşadıkları acıyı şöyle bir düşünmek lazım. O kadar yakın hissedip de dünyada yapayalnız olmak kolay şey mi. tüm evrene örnek bir sevdadır bu.

Kıtalar aşıp koşup gelmişler, dünyanın ilk zamanları, canavarlar, vahşi hayat ve yapayalnız iki kişi. Birbirlerini aradıkları ve ağladıkları günler neredeyse 60 yıllık insan ömrüyle ifade edilmiş. Onlar dünyada yalnızlığı o kadar acı hissetmişler ki, kendilerinden öte hiç kimsenin olmadığı bir yalnızlık kasıp kavurmuş yüreklerini.

Kendilerine benzeyen sadece iki can, başka hiç kimsenin olmadığı bir dünyada inanılmaz bir şey. Şahsen ben bu sevdaya sevdalıyım, bu aşka vurgunum. Birbirlerinin dert arkadaşı olmuşlar, can yoldaşı olmuşlar ve dünyaya insanlığı armağan etmişler bu sevdayla.

Size bu babalar gününde anlattığım sevda Adem ile Havva’nın sevdasıydı. Romanlarda aşk diye yazılmayan bir öykü. Sadece karikatürlerde kalmış bir bakış açısı var insanlığın bu sevdaya bakarken. Oysa onlar ötekinin eksikliği ilk defa tatmış insanlar, iki yarımı delice hissetmiş, delice öteki yarısını aramanın ne demek olduğunu yaşamış ilk iki can onlar.

Yaman sevdalanmış, Havva anneme, iyi ki sevmiş, iyi ki sevişmiş. İyi ki bu dünyayı bizlere, bizleri bu dünyaya armağan etmiş. Binlerce teşekkürler tanrım insanı, insanlığı yarattığın için. Çok teşekkürler Adem babacığım, Havva annemizi ve bizleri sevdiğin için.

Ver elini öpeyim, babalar günün kutlu olsun...

Dünyanın en büyük sevdası bana göreAdem’le Havva'nın sevdasıdır. Öyle ki, dağlar diz çökmüş önünde ve özlemle çığlıklar öyle uzaklara ulaşmış, kolay mı cennetten kovulmak yasak meyve için

İki yarım elmanın sevdası bu, o kadar uzak kalmışlar ki Adem'le Havva. Kavuşmadan yaşadıkları acıyı şöyle bir düşünmek lazım. O kadar yakın hissedip de dünyada yapayalnız olmak kolay şey mi. tüm evrene örnek bir sevdadır bu.

Kıtalar aşıp koşup gelmişler, dünyanın ilk zamanları, canavarlar, vahşi hayat ve yapayalnız iki kişi. Birbirlerini aradıkları ve ağladıkları günler neredeyse 60 yıllık insan ömrüyle ifade edilmiş. Onlar dünyada yalnızlığı o kadar acı hissetmişler ki, kendilerinden öte hiç kimsenin olmadığı bir yalnızlık kasıp kavurmuş yüreklerini.

Kendilerine benzeyen sadece iki can, başka hiç kimsenin olmadığı bir dünyada inanılmaz bir şey. Şahsen ben bu sevdaya sevdalıyım, bu aşka vurgunum. Birbirlerinin dert arkadaşı olmuşlar, can yoldaşı olmuşlar ve dünyaya insanlığı armağan etmişler bu sevdayla.

Size bu babalar gününde anlattığım sevda Adem ile Havva’nın sevdasıydı. Romanlarda aşk diye yazılmayan bir öykü. Sadece karikatürlerde kalmış bir bakış açısı var insanlığın bu sevdaya bakarken. Oysa onlar ötekinin eksikliği ilk defa tatmış insanlar, iki yarımı delice hissetmiş, delice öteki yarısını aramanın ne demek olduğunu yaşamış ilk iki can onlar.

Yaman sevdalanmış, Havva anneme, iyi ki sevmiş, iyi ki sevişmiş. İyi ki bu dünyayı bizlere, bizleri bu dünyaya armağan etmiş. Binlerce teşekkürler tanrım insanı, insanlığı yarattığın için. Çok teşekkürler Adem babacığım, Havva annemizi ve bizleri sevdiğin için.

Ver elini öpeyim, babalar günün kutlu olsun...

İçimizdeki Renkler / Siyah-2

Hiç yorum yok:


Hırçındı biraz siyah.
Dalgalı denizlere gözünü kırpmadan açılacak bir yelkenli kadar hırçın. Bazen ise ölüm kadar sessiz ve tepkisiz.

Ben, düz sıradan bir rengim diyecek kadar mütevazı, bazen ise dudaklarındaki mor da benim, gözlerindeki kahverengi de siyahsız olmaz diyecek kadar küstah.

Karışmak istemediği renklere karşı; işim olmaz, aklım ermez diyecek kadar sarışın, tüm grilikleri reddedecek kadar net, asaleti vurgulandığında biliyorum diyecek kadar kendinin farkında.

Uykusuz gecelere hiç yabancı değil. Kendi yastığından başkasında uyuyamayacak kadar seçici. Her gün doğumundan önce sabahı karşılayacak kadar nöbetçi.

Diplomat görüntüsünün altında sevgiye hiç de yabancı olmayan, hatta biraz aç bir yürek. İçindeki siyahın alımlı olmaktan öte bir kötülük taşımadığı, ancak derin bir çukur olup kendi dehlizlerinde kaybolduğu bir renk.

Hayatta güvendiği dağlara kar yağmasaydı beyazla bu kadar zıt olur muydu, hayata kendi en karasından bakar mıydı yine bilinmez.

Ancak biz insanların ona yüklediği imaja inat, hayatımızın boş köşelerini doldurarak, yüzümüze düşürdüğü gölgelerle, hüzün, neşe, acıdan efektler yapan olmazsa olmaz bir renktir siyah. (sürecek)


Hırçındı biraz siyah.
Dalgalı denizlere gözünü kırpmadan açılacak bir yelkenli kadar hırçın. Bazen ise ölüm kadar sessiz ve tepkisiz.

Ben, düz sıradan bir rengim diyecek kadar mütevazı, bazen ise dudaklarındaki mor da benim, gözlerindeki kahverengi de siyahsız olmaz diyecek kadar küstah.

Karışmak istemediği renklere karşı; işim olmaz, aklım ermez diyecek kadar sarışın, tüm grilikleri reddedecek kadar net, asaleti vurgulandığında biliyorum diyecek kadar kendinin farkında.

Uykusuz gecelere hiç yabancı değil. Kendi yastığından başkasında uyuyamayacak kadar seçici. Her gün doğumundan önce sabahı karşılayacak kadar nöbetçi.

Diplomat görüntüsünün altında sevgiye hiç de yabancı olmayan, hatta biraz aç bir yürek. İçindeki siyahın alımlı olmaktan öte bir kötülük taşımadığı, ancak derin bir çukur olup kendi dehlizlerinde kaybolduğu bir renk.

Hayatta güvendiği dağlara kar yağmasaydı beyazla bu kadar zıt olur muydu, hayata kendi en karasından bakar mıydı yine bilinmez.

Ancak biz insanların ona yüklediği imaja inat, hayatımızın boş köşelerini doldurarak, yüzümüze düşürdüğü gölgelerle, hüzün, neşe, acıdan efektler yapan olmazsa olmaz bir renktir siyah. (sürecek)

İçimizdeki Renkler / Siyah-1

2 yorum:


Siyah…
Matemin rengi.
Bir insana, bir renk bu kadar mı çok yakışır. Bu kadar mı bütünleşir ruhuyla, kaderiyle. Bu kadar mı onu anlatır.
Anlatırmış. O içime bir ayna tutup yansıttığında gözlerimdeki acıyı, çok iyi öğrenip bildim bunu.

Başıboş ve serseri caddelerde yürüdüğüm günlerden biriydi siyahı ilk görüşüm. Bir gölge gibi sessiz ve sakin yanıma gelmiş. Tam karşımda durmuş ve söyleyivermişti o sihirli cümleyi.

Siyah, ben siyahım. Boşuna ceplerinde arama beni. Güneşin yedi renginden biri değilim ben. Ben içinde sakladığın beyazın öz kardeşiyim. Haksızlığa uğramış olsam da, kadersizsem de ben de bir rengim hem de asil bir renk.

Yaşam mı, ölüm mü diye sordum ona. Ben ölmeyi çok istedim ama yine de yaşamayı seçtim. Bir gün öleceğimin farkındayım ama kaderime direnmeyeceğim. Çünkü sebebim yok. O yazdı ben oynayacağım rolümü.

Ya sen, sen yaşamak zorunda olduğunu biliyor musun ey aptal ve kaderci adam demişti? Niçin demiştim ona niçin, bana küçücük bir sebep göster yaşamak için. Yüzüme baktı, biraz buruk bir ifadeyle gülümsedi.
-Ey aptal dedi. Hayatındaki en küçük şeyi düşün. İşte onun için diye ekledi.

Ruhumu sarsan, zihnimi karıştıran bu sesin sahibini tanımıyordum henüz. Siyah içimin renklerinden biriydi ama farklı gibiydi. Henüz yeni tanışıyorduk. Ben önceleri siyahı bir renk bile saymazdım. Ne çok yanılmışım. Hayatımızı büsbütün kuşattığını görünce anladım.

Her zamanki yaptığımca, saçların ne renk dedim?
- Siyah dedi.
-Ya gözlerin dedim.
-Zeytin diye ekledi.
-Yanmışsın dedim.
-Kömür karası bir kader dedi...

Sesindeki ince alayın ve boş vermişliğin altında derin bir kesik izi, kesif bir yanık kokusu yayılıyordu.

-Üzgünsün dedim

-Aldırma, olur öyle arada dedi. Sen benim için bir şeyler yaz. Neşeli bir şarkı çal söyle, en iyi senin dudaklarına ve benim kulaklarıma yakışır bu şarkılar dedi.

-Peki dedim… (sürecek)


Siyah…
Matemin rengi.
Bir insana, bir renk bu kadar mı çok yakışır. Bu kadar mı bütünleşir ruhuyla, kaderiyle. Bu kadar mı onu anlatır.
Anlatırmış. O içime bir ayna tutup yansıttığında gözlerimdeki acıyı, çok iyi öğrenip bildim bunu.

Başıboş ve serseri caddelerde yürüdüğüm günlerden biriydi siyahı ilk görüşüm. Bir gölge gibi sessiz ve sakin yanıma gelmiş. Tam karşımda durmuş ve söyleyivermişti o sihirli cümleyi.

Siyah, ben siyahım. Boşuna ceplerinde arama beni. Güneşin yedi renginden biri değilim ben. Ben içinde sakladığın beyazın öz kardeşiyim. Haksızlığa uğramış olsam da, kadersizsem de ben de bir rengim hem de asil bir renk.

Yaşam mı, ölüm mü diye sordum ona. Ben ölmeyi çok istedim ama yine de yaşamayı seçtim. Bir gün öleceğimin farkındayım ama kaderime direnmeyeceğim. Çünkü sebebim yok. O yazdı ben oynayacağım rolümü.

Ya sen, sen yaşamak zorunda olduğunu biliyor musun ey aptal ve kaderci adam demişti? Niçin demiştim ona niçin, bana küçücük bir sebep göster yaşamak için. Yüzüme baktı, biraz buruk bir ifadeyle gülümsedi.
-Ey aptal dedi. Hayatındaki en küçük şeyi düşün. İşte onun için diye ekledi.

Ruhumu sarsan, zihnimi karıştıran bu sesin sahibini tanımıyordum henüz. Siyah içimin renklerinden biriydi ama farklı gibiydi. Henüz yeni tanışıyorduk. Ben önceleri siyahı bir renk bile saymazdım. Ne çok yanılmışım. Hayatımızı büsbütün kuşattığını görünce anladım.

Her zamanki yaptığımca, saçların ne renk dedim?
- Siyah dedi.
-Ya gözlerin dedim.
-Zeytin diye ekledi.
-Yanmışsın dedim.
-Kömür karası bir kader dedi...

Sesindeki ince alayın ve boş vermişliğin altında derin bir kesik izi, kesif bir yanık kokusu yayılıyordu.

-Üzgünsün dedim

-Aldırma, olur öyle arada dedi. Sen benim için bir şeyler yaz. Neşeli bir şarkı çal söyle, en iyi senin dudaklarına ve benim kulaklarıma yakışır bu şarkılar dedi.

-Peki dedim… (sürecek)

Sen Ağlayamazsın

Hiç yorum yok:
ERKAN BAL

'Sen ağlayamazsın.
Hakkın yok buna. Biz üzüleceğiz senin yerine. Ağlanacaksa da biz ağlarız.' mı dediler size de?
Sevebilirsin belki. Haydi olsun, bizim dilediklerimizi sevmene de izin verelim. Yemeklerden şunu, partilerden bunu sevmekle başla işe.

İçinde isyan varmış, göz yaşların akmak ister, durmazmış. Olmaaz, sen Ağlama!.

Gül!.. Emanet bir çocukluk, yaşanmamış bir gençlik, adanmış bir ömür ol; ve gül. Sirklerde palyaçolar gibi hissetsen de gül! Posası kalıp özü çalınmış bir ayçiçeği gibi, koklanıp atılmış bir gül gibi de olsan gülümsemek boynuna bir ferman. Gül haydi.
Dışı seni, içi beni yakan, taze yaprakların içine düşmüş ateş gibi duman duman, için için, tüte tüte yansan da gül! Alıştırmışsın bir kere böyle gelip böyle gidecek, senin yüzün hep gülecek.

Hani serde erkeklik var; ya gülecek ya somurtacaksın. Ağlamak ‘karı gibi', olmayacak iş. Aynaya baktığında içinde sönmeyen bir şeyler varmış; bastırılmış hıçkırıkların gün gibi aşikarmış. Olsun, sen yine de gevrek gevrek gül!

Konfeksiyon işi kıyafetler gibi üzerimize dikilmiş kimliklerle yaşıyoruz. Hayatta yapıp yapamayacaklarımız, sevip sevmeyeceklerimiz bizim yerimize önceden planlanmış ve karar verilmiş gibi. O yüzden ağlama, haydi gül! Gülsün sen; açmadan, henüz tomurcukken çalınmışsın bir bahçeden. O yüzden sen ağlayamazsın. Gül.

Ağlayamazsın işte. Her zaman ve hiçbir yerde, nedensiz ağlamak gibi bir özgürlüğün olmadı ki senin. Sen herkesin yüzüne gülmek, neşeli mutlu görünmek zorundasın. Oysa bilmez insanlar içindeki kızgın köpekleri nasıl zincirlediğini. İnsafsızca, bencilce dokunurlar; dokunuldukça kanayan yerlerine. Ama sen ağlayamazsın. Gülmek boynunun borcudur insanların yüzüne. Haydi gül.

Görmezler içindeki kavgayı. Göremezler boğuşmayı. Kederi, isyanı görmezler. Görmek istemezler aslında; kendi yaralarından dem vurmak varken bir de sen çıkma başlarına diye. Çaresizlik değildir seninki; kendini mahkum etmektir çaresizliğe. Kabullenmiş bir rolü yaşamaktır sana düşen sadece. Sert, cesur, vakur, kaygısız ve umursamaz olmak yeryüzünde; erkeklerin rolü bu mudur sahi? Bir erkek ne kadar güçlü olursa olsun üzülemez mi?

Sen alıştırdın bizi. Sen sevdirdin. Sen hazır sundun her şeyi. Biz bu saltanatın keyfini sürmekteyiz. Sense çaresiz köleliğini yaşamaktasın kendinle. Olan biten hepsi bu. Dün memnundun da halinden, bugün mü şikayet ediyorsun?! Sus, ağlama.

Sil gözyaşlarını şimdi. Sen ağlayamazsın. Yıka elini yüzünü ve gülümse aynalara. Kılık kıyafetine çeki düzen ver. İnsanların her zaman görmeye alışık oldukları şirinlik maskelerinden birini tak yüzüne ve son bir kez mutluluk servisi yap herkese bugün yine.

Merhaba :) Hoş geldiniz :) Buyrun :) Ne istemiştiniz? :)
ERKAN BAL

'Sen ağlayamazsın.
Hakkın yok buna. Biz üzüleceğiz senin yerine. Ağlanacaksa da biz ağlarız.' mı dediler size de?
Sevebilirsin belki. Haydi olsun, bizim dilediklerimizi sevmene de izin verelim. Yemeklerden şunu, partilerden bunu sevmekle başla işe.

İçinde isyan varmış, göz yaşların akmak ister, durmazmış. Olmaaz, sen Ağlama!.

Gül!.. Emanet bir çocukluk, yaşanmamış bir gençlik, adanmış bir ömür ol; ve gül. Sirklerde palyaçolar gibi hissetsen de gül! Posası kalıp özü çalınmış bir ayçiçeği gibi, koklanıp atılmış bir gül gibi de olsan gülümsemek boynuna bir ferman. Gül haydi.
Dışı seni, içi beni yakan, taze yaprakların içine düşmüş ateş gibi duman duman, için için, tüte tüte yansan da gül! Alıştırmışsın bir kere böyle gelip böyle gidecek, senin yüzün hep gülecek.

Hani serde erkeklik var; ya gülecek ya somurtacaksın. Ağlamak ‘karı gibi', olmayacak iş. Aynaya baktığında içinde sönmeyen bir şeyler varmış; bastırılmış hıçkırıkların gün gibi aşikarmış. Olsun, sen yine de gevrek gevrek gül!

Konfeksiyon işi kıyafetler gibi üzerimize dikilmiş kimliklerle yaşıyoruz. Hayatta yapıp yapamayacaklarımız, sevip sevmeyeceklerimiz bizim yerimize önceden planlanmış ve karar verilmiş gibi. O yüzden ağlama, haydi gül! Gülsün sen; açmadan, henüz tomurcukken çalınmışsın bir bahçeden. O yüzden sen ağlayamazsın. Gül.

Ağlayamazsın işte. Her zaman ve hiçbir yerde, nedensiz ağlamak gibi bir özgürlüğün olmadı ki senin. Sen herkesin yüzüne gülmek, neşeli mutlu görünmek zorundasın. Oysa bilmez insanlar içindeki kızgın köpekleri nasıl zincirlediğini. İnsafsızca, bencilce dokunurlar; dokunuldukça kanayan yerlerine. Ama sen ağlayamazsın. Gülmek boynunun borcudur insanların yüzüne. Haydi gül.

Görmezler içindeki kavgayı. Göremezler boğuşmayı. Kederi, isyanı görmezler. Görmek istemezler aslında; kendi yaralarından dem vurmak varken bir de sen çıkma başlarına diye. Çaresizlik değildir seninki; kendini mahkum etmektir çaresizliğe. Kabullenmiş bir rolü yaşamaktır sana düşen sadece. Sert, cesur, vakur, kaygısız ve umursamaz olmak yeryüzünde; erkeklerin rolü bu mudur sahi? Bir erkek ne kadar güçlü olursa olsun üzülemez mi?

Sen alıştırdın bizi. Sen sevdirdin. Sen hazır sundun her şeyi. Biz bu saltanatın keyfini sürmekteyiz. Sense çaresiz köleliğini yaşamaktasın kendinle. Olan biten hepsi bu. Dün memnundun da halinden, bugün mü şikayet ediyorsun?! Sus, ağlama.

Sil gözyaşlarını şimdi. Sen ağlayamazsın. Yıka elini yüzünü ve gülümse aynalara. Kılık kıyafetine çeki düzen ver. İnsanların her zaman görmeye alışık oldukları şirinlik maskelerinden birini tak yüzüne ve son bir kez mutluluk servisi yap herkese bugün yine.

Merhaba :) Hoş geldiniz :) Buyrun :) Ne istemiştiniz? :)

Kolaya kaçan ağaç

2 yorum:
ERKAN BAL

Kolaya kaçan ağaç nedir bilir misiniz?
Sarmaşıklar sarılıp tutunarak ilerler. Engel aşmaları için bizatihi engellerine tutunarak devam ederler yollarına. Engelleri klavuzları olur bir bakıma. Oysa ağaçların yükselmeleri gerekir. Onların zor ve uzun bir yolculukları vardır.

Özgürlüğe doğru, gökyüzüne doğru uzanır ağaçların elleri.
Peki bir ağacın önüne engel çıkarsa...

Fidanken uğraştığınca güçlü değildir ağaç. Betonu delip kayaları parçaladığınca ilerleyemez filizler, kolları kökleri kadar güçlü değildir.

İşte o zaman ağaç kolayına kaçar hayatın. Mücadele ederek yaşamak zor geldiğinde, yine de bir yolunu bulur ve devam eder. Bağrına sokulmuş bir hançerin, bir taşın acısını içine gömüp daha gövdeden 1metre kadar yükselmişken, açar kollarını ve der ki... sen güneye, sen kuzeye.... bir den iki olur böylece ağaç...

Sonra önüne bir başka engel çıkar.
Bir başka ağaç, sert esen bir rüzgar, bir kaya bir duvar, bir elektrik direği.
Sık bir ormanda yaşamadığından yalnızdır ağaç. Çevresinde dağlar, taşlar uçan kuşlar olsa da, hep yalnızdır. Ama siz onun yalnızlığını fark edemezsiniz.

Google'da bile yüzlerce "yanlız ağaç resmi" bulabilirsiniz ama "kolaya kaçan ağaç" resimsizdir. Siliktir sulieti, çünkü aslında o ağaç tam yanıbaşınızdadır. Ta yüreğinizdedir kökleri, içinizdedir. Gülümsediği objektiflerde bile gözükmez kolaya kaçtığı o ağacın.

Ağaç bu kez eğer dallarını, çevresinden dolaşır zorlukların, kenarından kıyısından ama hedefi olan gökyüzüne uzatır dallarını ışığa.
Öyle ya da böyle daima ışığa...

 Hayat önümüze engeller çıkarır. Mücadele etmek özünde iyi bir şeydir. Çaresizlik, hele öğrenilmiş çaresizlik çok kötü birşeydir ama bazen adına sivil itaatsizlik de denilen pasif bir direniş sergiler yüreğimiz. Bu aslında köşeye sıkışan bir farenin en kolay yaptığı şeydir. Bir başka yöne yönelmek, ama aklında, yüreğinde asıl hedefini hiç unutmadan.

Zorlukları aşmaya çalışırız böylece. Evet hayat eski tadından çok şeyler eksiltmiştir. Dalların ve kolların artık heybetli duruşu yoktur ağaç için. Diğerleri kadar mağrur ve dik yükseltemez belki başını. Kolaya kaçan ağacın boynu büküklüğünde bile bir sıra dışılık, çekicilik olsa da herkes en düzgün ağaca yönelir doğal olarak. En heybetlisine Vayy be!... der.

Oysa kolaya kaçan ağacın başına gelenler belki de diğer ağaçların yok olup gitmesine yol açabilecek kadar kötü yangınlardır. Hani, reçinesi için yüreğini kazırlar bir çam ağacının... Ortasında kocaman bir oyuk ama o yaşamaya devam eder. Kendi onarır, kendi yaralarını. Ya da bir yıldırım düşer ortasına, sel, fırtına yıkar geçer. İkiye bölünür, parçalanır. Yanık izleri, yara izleriyle doludur bedeni, ruhu kadar acısı yüzüne de yansır.

Ama kolaya kaçan ağaç bilir: Bu dünyada aslolan yaşamaktır. Sevgiyle, iyilikle güzellikle, sabırla zorlukları yenebilmektir işin esası...

Her biten günün ardından, yine bir burukluk ve hüzünle uyansa da, sabah önüne çıkacak güçlüklere karşı savunmasız gözükse de, umutla ışığa uzatır filizlerini.
O ağaç, hayatla başetmenin yolunu, (yaşadığı onca zorluktan sonra) kolaya kaçarak bulmuştur...

ERKAN BAL

Kolaya kaçan ağaç nedir bilir misiniz?
Sarmaşıklar sarılıp tutunarak ilerler. Engel aşmaları için bizatihi engellerine tutunarak devam ederler yollarına. Engelleri klavuzları olur bir bakıma. Oysa ağaçların yükselmeleri gerekir. Onların zor ve uzun bir yolculukları vardır.

Özgürlüğe doğru, gökyüzüne doğru uzanır ağaçların elleri.
Peki bir ağacın önüne engel çıkarsa...

Fidanken uğraştığınca güçlü değildir ağaç. Betonu delip kayaları parçaladığınca ilerleyemez filizler, kolları kökleri kadar güçlü değildir.

İşte o zaman ağaç kolayına kaçar hayatın. Mücadele ederek yaşamak zor geldiğinde, yine de bir yolunu bulur ve devam eder. Bağrına sokulmuş bir hançerin, bir taşın acısını içine gömüp daha gövdeden 1metre kadar yükselmişken, açar kollarını ve der ki... sen güneye, sen kuzeye.... bir den iki olur böylece ağaç...

Sonra önüne bir başka engel çıkar.
Bir başka ağaç, sert esen bir rüzgar, bir kaya bir duvar, bir elektrik direği.
Sık bir ormanda yaşamadığından yalnızdır ağaç. Çevresinde dağlar, taşlar uçan kuşlar olsa da, hep yalnızdır. Ama siz onun yalnızlığını fark edemezsiniz.

Google'da bile yüzlerce "yanlız ağaç resmi" bulabilirsiniz ama "kolaya kaçan ağaç" resimsizdir. Siliktir sulieti, çünkü aslında o ağaç tam yanıbaşınızdadır. Ta yüreğinizdedir kökleri, içinizdedir. Gülümsediği objektiflerde bile gözükmez kolaya kaçtığı o ağacın.

Ağaç bu kez eğer dallarını, çevresinden dolaşır zorlukların, kenarından kıyısından ama hedefi olan gökyüzüne uzatır dallarını ışığa.
Öyle ya da böyle daima ışığa...

 Hayat önümüze engeller çıkarır. Mücadele etmek özünde iyi bir şeydir. Çaresizlik, hele öğrenilmiş çaresizlik çok kötü birşeydir ama bazen adına sivil itaatsizlik de denilen pasif bir direniş sergiler yüreğimiz. Bu aslında köşeye sıkışan bir farenin en kolay yaptığı şeydir. Bir başka yöne yönelmek, ama aklında, yüreğinde asıl hedefini hiç unutmadan.

Zorlukları aşmaya çalışırız böylece. Evet hayat eski tadından çok şeyler eksiltmiştir. Dalların ve kolların artık heybetli duruşu yoktur ağaç için. Diğerleri kadar mağrur ve dik yükseltemez belki başını. Kolaya kaçan ağacın boynu büküklüğünde bile bir sıra dışılık, çekicilik olsa da herkes en düzgün ağaca yönelir doğal olarak. En heybetlisine Vayy be!... der.

Oysa kolaya kaçan ağacın başına gelenler belki de diğer ağaçların yok olup gitmesine yol açabilecek kadar kötü yangınlardır. Hani, reçinesi için yüreğini kazırlar bir çam ağacının... Ortasında kocaman bir oyuk ama o yaşamaya devam eder. Kendi onarır, kendi yaralarını. Ya da bir yıldırım düşer ortasına, sel, fırtına yıkar geçer. İkiye bölünür, parçalanır. Yanık izleri, yara izleriyle doludur bedeni, ruhu kadar acısı yüzüne de yansır.

Ama kolaya kaçan ağaç bilir: Bu dünyada aslolan yaşamaktır. Sevgiyle, iyilikle güzellikle, sabırla zorlukları yenebilmektir işin esası...

Her biten günün ardından, yine bir burukluk ve hüzünle uyansa da, sabah önüne çıkacak güçlüklere karşı savunmasız gözükse de, umutla ışığa uzatır filizlerini.
O ağaç, hayatla başetmenin yolunu, (yaşadığı onca zorluktan sonra) kolaya kaçarak bulmuştur...

Çok okunan yazılar