Yalanın bünyede kişisel gelişimi - II

2 yorum:

Yalan ve korku, insan bünyesinde can ciğer kuzu sarması iki arkadaş gibi güçlü bir ilişki içerisindedir. Genelde d".t korkusu" yüzünden yalan söylersiniz ama korktuğunuz şey başınıza da en çok yalan söylediğiniz için gelir.

"_derse geç kaldım diye korkup, geç kağıdı alırken öğretmen sınıfa almadı deyivermiştim müdür yardımcısına. o da teneffüste öğretmeni fırçalamış:) 2.derste fırçayı ben yedim.

_tembih edildiği halde eve ekmek almayı unuttuğumda babam fırça atmasın diye "bakkalda ekmek kalmamış" dediğim gibi... bla bla"

Kısa süre sonra yalan bünyeye o kadar işler ki, neredeyse doğru söylediğiniz her an zarar göreceğinizi düşünürsünüz. "Trafik polisine, vergi memuruna, sevgiliye, eşe dosta" yalan söyler durursunuz.

Bazen de çektiğiniz acılar öyle yüreğinizi sızlatir ki, bir yalana ihtiyaç duyar ve uydurursunuz. Kendinizi kendi yalanlarınızla avutur durursunuz. Mutlu olursunuz. "O da beni çok seviyor" gibi.

Zamanla doğru söylemenin işe yaramadığını ya da bünyenize zarar verdiğini, doğruluk ve aptallığın genelde aynı kapıya çıktığını görünce yalana olan ihtiyacınız daha da artar. "askerlik ve angarya" terimlerinin içeriği bunun sayısız örnekleri ile doludur.

_Ardından yalana bir kutsallık atfedilen "bir aileyi kurtarmak" iki dosta yardımcı olmak, bazı arkadaşların vaziyeti kurtarması adına söylenen yalanlar gelir. Bu belki de en masum biçimidir yalan söylemenin. -"Yenge İbram abi akşam bizdeydi. Sonra halı sahaya maça gittik falan." gibi gibi.

Ne şişi, ne de kebabı yakmak istememektir, bir başka sebep. "Alime gücenmesin halime de" derken, bazen her ikisinin de gücenmesi ile biter macera.

Ancak tüm bunlar bir yana, bir erkek kendisine "bana asla yalan söyleme, ne olursa olsun doğruyu söyle" diyen kadınların kahir ekseriyetine bir kaç kez doğru söyleyip, söylediğine bin pişman olunca tamamlar, yalan konusundaki kişisel gelişimini.

Bana asla yalan söyleme diyen kadınların aslında "bana işime gelen, güzel yalanlar söyle, gerçeği aratmasın" demek istediğini ve yalandan nefret eden kadınların da aslında "yalandan" bir eylem içerisinde olduklarını öğrenir "ufo gören" masum erkeğimiz.

İşin aslı çoğu zaman sizden doğruluk, dürüstlük bekleyenler "gırtlağına kadar" yalanın içerisindedir. Bunu bir şekilde yaşar öğrenir, ondan sonra şu yalan dünyada "gerçeğin peşinden koşmaya pek de değer bir matah olmadığına karar verirsiniz.

 Sonra ne mi olur? Ne olacak sevip, sevildiklerinizle "gül gibi" geçinir gider, yalan dünyada artık işinize geldiğince "dosdoğru" yaşamayı öğrenirsiniz...
Hamiş: "Onlara o kadar çok yalan söylemiştim ki, aklıma artık doğrudan başka söyleyecek bir yalan gelmiyordu" -Prag'da Bahar- filminden

Yalan ve korku, insan bünyesinde can ciğer kuzu sarması iki arkadaş gibi güçlü bir ilişki içerisindedir. Genelde d".t korkusu" yüzünden yalan söylersiniz ama korktuğunuz şey başınıza da en çok yalan söylediğiniz için gelir.

"_derse geç kaldım diye korkup, geç kağıdı alırken öğretmen sınıfa almadı deyivermiştim müdür yardımcısına. o da teneffüste öğretmeni fırçalamış:) 2.derste fırçayı ben yedim.

_tembih edildiği halde eve ekmek almayı unuttuğumda babam fırça atmasın diye "bakkalda ekmek kalmamış" dediğim gibi... bla bla"

Kısa süre sonra yalan bünyeye o kadar işler ki, neredeyse doğru söylediğiniz her an zarar göreceğinizi düşünürsünüz. "Trafik polisine, vergi memuruna, sevgiliye, eşe dosta" yalan söyler durursunuz.

Bazen de çektiğiniz acılar öyle yüreğinizi sızlatir ki, bir yalana ihtiyaç duyar ve uydurursunuz. Kendinizi kendi yalanlarınızla avutur durursunuz. Mutlu olursunuz. "O da beni çok seviyor" gibi.

Zamanla doğru söylemenin işe yaramadığını ya da bünyenize zarar verdiğini, doğruluk ve aptallığın genelde aynı kapıya çıktığını görünce yalana olan ihtiyacınız daha da artar. "askerlik ve angarya" terimlerinin içeriği bunun sayısız örnekleri ile doludur.

_Ardından yalana bir kutsallık atfedilen "bir aileyi kurtarmak" iki dosta yardımcı olmak, bazı arkadaşların vaziyeti kurtarması adına söylenen yalanlar gelir. Bu belki de en masum biçimidir yalan söylemenin. -"Yenge İbram abi akşam bizdeydi. Sonra halı sahaya maça gittik falan." gibi gibi.

Ne şişi, ne de kebabı yakmak istememektir, bir başka sebep. "Alime gücenmesin halime de" derken, bazen her ikisinin de gücenmesi ile biter macera.

Ancak tüm bunlar bir yana, bir erkek kendisine "bana asla yalan söyleme, ne olursa olsun doğruyu söyle" diyen kadınların kahir ekseriyetine bir kaç kez doğru söyleyip, söylediğine bin pişman olunca tamamlar, yalan konusundaki kişisel gelişimini.

Bana asla yalan söyleme diyen kadınların aslında "bana işime gelen, güzel yalanlar söyle, gerçeği aratmasın" demek istediğini ve yalandan nefret eden kadınların da aslında "yalandan" bir eylem içerisinde olduklarını öğrenir "ufo gören" masum erkeğimiz.

İşin aslı çoğu zaman sizden doğruluk, dürüstlük bekleyenler "gırtlağına kadar" yalanın içerisindedir. Bunu bir şekilde yaşar öğrenir, ondan sonra şu yalan dünyada "gerçeğin peşinden koşmaya pek de değer bir matah olmadığına karar verirsiniz.

 Sonra ne mi olur? Ne olacak sevip, sevildiklerinizle "gül gibi" geçinir gider, yalan dünyada artık işinize geldiğince "dosdoğru" yaşamayı öğrenirsiniz...
Hamiş: "Onlara o kadar çok yalan söylemiştim ki, aklıma artık doğrudan başka söyleyecek bir yalan gelmiyordu" -Prag'da Bahar- filminden

Yalanın bünyede kişisel gelişimi - I

4 yorum:
İlk ne zaman yalan söylediğimi hatırlamaya çalışıyorum.

Sanırım küçükken yatağı ıslatıp durduğum zamanlardı. Annemin sabrının tükenip "bir daha yatağa işersen yakarım onu" dediği günlerde "şeyi" kurtarmak için sabah "anne daha uykum var yeaaa" diyerek çarşafın kurumasını beklediğim zamanlardı yalanla ilk tanışmam.

Demek ki neymiş ; "En değerli hazinenden mahrum kalma korkusu" insanı yalana iten başlıca sebepmiş.

Pek kronolojik gitmese de annemin bakkala ekmek almak için camdan attığı kağıt paranın asma yaprakları arasında kayboluk gittiği gün de ikinci yalan söyleyişim olsa gerek. Daha doğrusu ne hikmettir bilmem o para iki kat yukarıdaki pencerenin camından aşağı hiç inmedi ve ben ne kadar arasam da hiç bulamadım ama annem hep o parayı iç ettiğime inandı. Ben de sonunda karakol tipi baskılara dayanamayıp "iç ettiğimi" itiraf ettim. 

Demek ki neymiş ; "doğru söylemek işe yaramadığı zamanlarda" yalan bir kurtuluş reçetesiymiş. Ben o gün bugün ilk sorulduğunda doğruyu söylerim insanlara ona inanmazlarsa ki inanmazlar; "artık istediğim kadar" yalan söyleyebilirim.

İlkokulda zengin arkadaşlar okula bir ton harçlıkla gelip, ona buna hediyeler alarak karizma yaptığında kızlara duyulan eziklik duygusunu bastırmak için babamın cebine daldığımı hatırlıyorum. Ancak şanslıymışım ki o gün, o cepte para sayılı bir miktarmış ve saçıp savurup, kızlara hediye almama rağmen harcayamadığım o paranın (üstünü saklayacak yer de bulamadığımdan) bir kaç tokatta yakayı ele vermişim. Yoksa bugünlerde profesyonel bir "hırsız" olmak işten değil di belki de. Bir de dua ettiğim o gün "dergi parası" yalanımın iyi ki doğru olmadığı. Yoksa doğru söyleyip, sopa yemek bünyede tahribata yol açabilirdi.

Demek ki neymiş; "zor oyunu bozar, insan sopayı yediğinde doğruyu bulur ya da en yakın yalanı doğru kabulleniverirmiş."

Çamaşırın kalmadı körolmayasıca, "bu gün de okula kilotsuz git bakalım" denilip, beyaz sünnet pantalonuyla okula gittiğinde "Şşi.. İbram senin içinde don mu yok? " diyen kız arkadaşına "Ne alaka kızım, süper ince kilot bu, İzmir'den hediye geldi" yersen, numarasını çekip ondan sonra teneffüslere çıkmadan, sıradan kalkmadan günü bitirdiğinde; yalanını sağlam kazığa bağlamak gerektiğini öğreniyor insan.



Demek ki neymiş; "insanın içi görünecek kadar şeffafsa, yalan söylememeliymiş. Ya da içini veya kıçını örtecek güzel yalanlar bulabilmeliymiş."

Yine günlerden bir gün okulda sigara içen çocuklar yakalanıp tahtaya dizildiğinde, "İbram'da aramızdaydı" o niye sopa yemiyor diye sorulduğunda canla başla "-Hayııııır İbram yoktu" diyen kızların gazı ile "Ben içmedim Örtmenim!" desem de dişimin arkasındaki "sarı leke"yi gizleyemediğimden yediğim sopa ile gerçeği bulmuştum. 

Demek ki "Kızlar için yalan söylenir miş" Hele onlar motive ederse insan bülbül gibi yalan söyleyebilirmiş. Ancak ayak izleri ve "sarı leke"leri gizlemek pek mümkün olmayabilirmiş.

Sevgili takıldığın kız ortaokulda seni ekip üst sınıflarla çıkmaya başladığında yutkunarak "biz ayrıldık yeaa" demek zorunda kalınabiliyor. Nispet olsun diye alelacele bulduğun kara kuru bir kız arkadaşla çıkıp, "Sevim çok daha güzel oluumm" diyebiliyorsun. Yalanına kargalar bile gülse de, insan o acıyı ve ezikliği üstünden atabilmek için buna kendini inandırmak istiyor..

Demek ki "eziklik duygusu" insanı yalana itebilirmiş. Yalan biraz da, güzeli çirkin, çirkini güzel gösterebilmekmiş.

Duygusal bir çocuk olduğumu ve iyi kompozisyonlar yazdığımı keşfettiğimde; "Başınızdan geçen ilginç bir anı" konu başlıklı ödeve, "Yeşilçam" filmlerini aratmayacak bir senaryo ile cevap vermiştim. Öyle beğenilmişti ki; ödevim ve ben bütün okulda sınıf sınıf gezdirilip, bunu okumam istenmişti.  Bu erken ulaşılmış şöhret, beni daha güzel yalanlarla kurgulanmış öyküler yazmaya itmişti. Öyle ki, "bu yalan kompozisyonu nasıl yazdığımı anlatan" bir başka kompozisyon bu kez Lise'de aynı ilgiyi görerek beni bile şaşırtmıştı.

Demek ki "yalan sanat içindir" denilebilirmiş. İnsan yalan söyleyip durdukça, yüzü yırtılıp, kendini "sanatçı" gibi hissedebilirmiş.

                                                                                                                                                SÜRECEK
İlk ne zaman yalan söylediğimi hatırlamaya çalışıyorum.

Sanırım küçükken yatağı ıslatıp durduğum zamanlardı. Annemin sabrının tükenip "bir daha yatağa işersen yakarım onu" dediği günlerde "şeyi" kurtarmak için sabah "anne daha uykum var yeaaa" diyerek çarşafın kurumasını beklediğim zamanlardı yalanla ilk tanışmam.

Demek ki neymiş ; "En değerli hazinenden mahrum kalma korkusu" insanı yalana iten başlıca sebepmiş.

Pek kronolojik gitmese de annemin bakkala ekmek almak için camdan attığı kağıt paranın asma yaprakları arasında kayboluk gittiği gün de ikinci yalan söyleyişim olsa gerek. Daha doğrusu ne hikmettir bilmem o para iki kat yukarıdaki pencerenin camından aşağı hiç inmedi ve ben ne kadar arasam da hiç bulamadım ama annem hep o parayı iç ettiğime inandı. Ben de sonunda karakol tipi baskılara dayanamayıp "iç ettiğimi" itiraf ettim. 

Demek ki neymiş ; "doğru söylemek işe yaramadığı zamanlarda" yalan bir kurtuluş reçetesiymiş. Ben o gün bugün ilk sorulduğunda doğruyu söylerim insanlara ona inanmazlarsa ki inanmazlar; "artık istediğim kadar" yalan söyleyebilirim.

İlkokulda zengin arkadaşlar okula bir ton harçlıkla gelip, ona buna hediyeler alarak karizma yaptığında kızlara duyulan eziklik duygusunu bastırmak için babamın cebine daldığımı hatırlıyorum. Ancak şanslıymışım ki o gün, o cepte para sayılı bir miktarmış ve saçıp savurup, kızlara hediye almama rağmen harcayamadığım o paranın (üstünü saklayacak yer de bulamadığımdan) bir kaç tokatta yakayı ele vermişim. Yoksa bugünlerde profesyonel bir "hırsız" olmak işten değil di belki de. Bir de dua ettiğim o gün "dergi parası" yalanımın iyi ki doğru olmadığı. Yoksa doğru söyleyip, sopa yemek bünyede tahribata yol açabilirdi.

Demek ki neymiş; "zor oyunu bozar, insan sopayı yediğinde doğruyu bulur ya da en yakın yalanı doğru kabulleniverirmiş."

Çamaşırın kalmadı körolmayasıca, "bu gün de okula kilotsuz git bakalım" denilip, beyaz sünnet pantalonuyla okula gittiğinde "Şşi.. İbram senin içinde don mu yok? " diyen kız arkadaşına "Ne alaka kızım, süper ince kilot bu, İzmir'den hediye geldi" yersen, numarasını çekip ondan sonra teneffüslere çıkmadan, sıradan kalkmadan günü bitirdiğinde; yalanını sağlam kazığa bağlamak gerektiğini öğreniyor insan.



Demek ki neymiş; "insanın içi görünecek kadar şeffafsa, yalan söylememeliymiş. Ya da içini veya kıçını örtecek güzel yalanlar bulabilmeliymiş."

Yine günlerden bir gün okulda sigara içen çocuklar yakalanıp tahtaya dizildiğinde, "İbram'da aramızdaydı" o niye sopa yemiyor diye sorulduğunda canla başla "-Hayııııır İbram yoktu" diyen kızların gazı ile "Ben içmedim Örtmenim!" desem de dişimin arkasındaki "sarı leke"yi gizleyemediğimden yediğim sopa ile gerçeği bulmuştum. 

Demek ki "Kızlar için yalan söylenir miş" Hele onlar motive ederse insan bülbül gibi yalan söyleyebilirmiş. Ancak ayak izleri ve "sarı leke"leri gizlemek pek mümkün olmayabilirmiş.

Sevgili takıldığın kız ortaokulda seni ekip üst sınıflarla çıkmaya başladığında yutkunarak "biz ayrıldık yeaa" demek zorunda kalınabiliyor. Nispet olsun diye alelacele bulduğun kara kuru bir kız arkadaşla çıkıp, "Sevim çok daha güzel oluumm" diyebiliyorsun. Yalanına kargalar bile gülse de, insan o acıyı ve ezikliği üstünden atabilmek için buna kendini inandırmak istiyor..

Demek ki "eziklik duygusu" insanı yalana itebilirmiş. Yalan biraz da, güzeli çirkin, çirkini güzel gösterebilmekmiş.

Duygusal bir çocuk olduğumu ve iyi kompozisyonlar yazdığımı keşfettiğimde; "Başınızdan geçen ilginç bir anı" konu başlıklı ödeve, "Yeşilçam" filmlerini aratmayacak bir senaryo ile cevap vermiştim. Öyle beğenilmişti ki; ödevim ve ben bütün okulda sınıf sınıf gezdirilip, bunu okumam istenmişti.  Bu erken ulaşılmış şöhret, beni daha güzel yalanlarla kurgulanmış öyküler yazmaya itmişti. Öyle ki, "bu yalan kompozisyonu nasıl yazdığımı anlatan" bir başka kompozisyon bu kez Lise'de aynı ilgiyi görerek beni bile şaşırtmıştı.

Demek ki "yalan sanat içindir" denilebilirmiş. İnsan yalan söyleyip durdukça, yüzü yırtılıp, kendini "sanatçı" gibi hissedebilirmiş.

                                                                                                                                                SÜRECEK

Ne gülüyon ooolum?

2 yorum:
Ulan oğlum memlekette bir sürü dert var sen oturmuş komik blog yazısı yazıyosun. Vatana ihanet sayılabilir bu durum. Hain misin nesin? der diye sayın Baştanbakan! yazmayalım mı? Yok öyle olmadı durum o kadar gerilimli ve kırılgan hale geldi ki ülke gündemi gülmeyi unuttuk resmen.

Mizah dergileri kan kaybetti, mizah programları neredeyse yok sayılır. Asık suratlı bir millet olduk yani bir süredir. Gak denince azarlanan, guk diyince yuhalanan bir milletin evlatları olarak bunu haliyle bize biz ya da sevgili büyüklerimiz yaptı.

Tamam bir çok sıkıntı ile birlikte yaşıyoruz ama hayat devam ediyor ve bizler,  gülmek değilse de gülümsemek zorundayız. Sakin olalım biraz, gevşeyelim. Haydi hep birlikte... Relax


Ulan oğlum memlekette bir sürü dert var sen oturmuş komik blog yazısı yazıyosun. Vatana ihanet sayılabilir bu durum. Hain misin nesin? der diye sayın Baştanbakan! yazmayalım mı? Yok öyle olmadı durum o kadar gerilimli ve kırılgan hale geldi ki ülke gündemi gülmeyi unuttuk resmen.

Mizah dergileri kan kaybetti, mizah programları neredeyse yok sayılır. Asık suratlı bir millet olduk yani bir süredir. Gak denince azarlanan, guk diyince yuhalanan bir milletin evlatları olarak bunu haliyle bize biz ya da sevgili büyüklerimiz yaptı.

Tamam bir çok sıkıntı ile birlikte yaşıyoruz ama hayat devam ediyor ve bizler,  gülmek değilse de gülümsemek zorundayız. Sakin olalım biraz, gevşeyelim. Haydi hep birlikte... Relax


Ölmeye geldik ya zaten

4 yorum:

  

Gel de neşeli bir yazı yaz. 
Bir süredir içimizi gam kasavet kapladı. Gündem nası olduysa birden bire öyle değişti ki. Ne eğlence, sanat, ne ekonomi, borsa, döviz, ne de spor'un tadı tuzu kaldı.

   Birden bire terör ve üçüncü sayfa haberleri ülke gündemini belirler oldu. 2012 yılı ülkemizde insanların tam anlamıyla kim vurduya gittiği bir yıl oldu. Şehit haberleri her gün yürekleri dağlarken; yağmur yağdı, sel oldu TOKİ konutlarını bastı insanlar boğularak öldü. Askeri cephanelikte el bombası patladı, cephanelik havaya uçtu, 25 can öldü gitti.

   Toplum siyasilerin elinden ve dilinden dolayı gerildikçe gerildi. Muhalefet ağzını açamaz oldu. Açsa da "hainin önde gideni" ilan edildi. İktidar sahipleri güç neredeyse tamamen ellerinde olmasına rağmen, yönetimde bocalamaya başladılar. 

Kendilerini eleştiren kişi aynı siyasi düşüncede bile olsa en ufak eleştiri getireni azarlamaktan, müfteri ya da hain ilan etmekten geri durmadılar. Ama sorunlar bu yolla da çözülmedi.Ustalık dönemi ne yazık ki "hastalık" dönemine dönüştü.

   Komşularla sıfır sorun politikası ise malum olduğu üzere çöpe gitti. Komşu ülkelerin neredeyse hepsi ile kavgalı hale geldiğimiz için "sıfır komşu" gibi bir sorunumuz oldu. Adı üstünde zaten konu komşuyla iyi geçinir insan. Yapamadık, olmadı. Neredeyse herkesle takışarak, hepsini karşımızda birleştirdik.

  Üçüncü sayfa haberlerinde "kadın cinayetleri" ve "sübyan tacizleri-tecavüzleri" aldı başını gitti. Basın olayları abarttı diye mazeret uydurmanın bir kolayını bulsak da işin aslı öyle olmadı. Suç işlemekten ve cezasından çekinmeden birileri meydanı boş bulup gemi azıya aldı, sapıttılar iyice sanki...

   Sosyal medya ise, tuhaf bir mecra olarak hayatını sürdürüyor. Ünlüler twitter'de hayranları ile iletişim kurar, kimileri aforizma yumurtlarken, Facebook'ta yaşayan bir takım insanlar ise gruplaşmalar ve birbirine saldırmalar, hakaret etmeler, asparagas haberler, feyk hesaplarla gündem oluşturulmaya çalışıyor.

Yani buralar eskiden hep dutluktu ama noldu, naptıksa hayatın tadını tuzunu kaçırdık biraz sanki. Bunda toplumda yaşanan kutuplaşmanın, siyasiler arasındaki sert sözlerin ve terör olaylarının çok önemli bir katkısı olduğu aşikar.


Oysa bir insan ne zorluklarla dünyaya geliyor.  Nasıl büyüyüp, nasıl binbir güçlükle yetişiyor. "Trafikte hatalı solladı kaza yaptı öldü. Teroristti, ıslah olmadı öldü. Güvenlik gücüydü, askerdi, polisti şehit edildi. Kadın'dı şiddet gördü, evden kaçtı, öldürüldü. Çocuktu tacize ve tecavüze uğradı öldürüldü." 


Birbirimizle savaşmak ve öldürmek için ne çok sebebimiz var. Ne kolayca elimiz tetiğe gidiyor. Oysa hayat çok güzel. Esas olan yaşamak. Yazık değil mi bize ey insanlar?



-- Bu güne kadar  dünyada savaşarak çözülmüş hiç bir sorun yok. Lütfen bir de sevişerek deneyin... 

  

Gel de neşeli bir yazı yaz. 
Bir süredir içimizi gam kasavet kapladı. Gündem nası olduysa birden bire öyle değişti ki. Ne eğlence, sanat, ne ekonomi, borsa, döviz, ne de spor'un tadı tuzu kaldı.

   Birden bire terör ve üçüncü sayfa haberleri ülke gündemini belirler oldu. 2012 yılı ülkemizde insanların tam anlamıyla kim vurduya gittiği bir yıl oldu. Şehit haberleri her gün yürekleri dağlarken; yağmur yağdı, sel oldu TOKİ konutlarını bastı insanlar boğularak öldü. Askeri cephanelikte el bombası patladı, cephanelik havaya uçtu, 25 can öldü gitti.

   Toplum siyasilerin elinden ve dilinden dolayı gerildikçe gerildi. Muhalefet ağzını açamaz oldu. Açsa da "hainin önde gideni" ilan edildi. İktidar sahipleri güç neredeyse tamamen ellerinde olmasına rağmen, yönetimde bocalamaya başladılar. 

Kendilerini eleştiren kişi aynı siyasi düşüncede bile olsa en ufak eleştiri getireni azarlamaktan, müfteri ya da hain ilan etmekten geri durmadılar. Ama sorunlar bu yolla da çözülmedi.Ustalık dönemi ne yazık ki "hastalık" dönemine dönüştü.

   Komşularla sıfır sorun politikası ise malum olduğu üzere çöpe gitti. Komşu ülkelerin neredeyse hepsi ile kavgalı hale geldiğimiz için "sıfır komşu" gibi bir sorunumuz oldu. Adı üstünde zaten konu komşuyla iyi geçinir insan. Yapamadık, olmadı. Neredeyse herkesle takışarak, hepsini karşımızda birleştirdik.

  Üçüncü sayfa haberlerinde "kadın cinayetleri" ve "sübyan tacizleri-tecavüzleri" aldı başını gitti. Basın olayları abarttı diye mazeret uydurmanın bir kolayını bulsak da işin aslı öyle olmadı. Suç işlemekten ve cezasından çekinmeden birileri meydanı boş bulup gemi azıya aldı, sapıttılar iyice sanki...

   Sosyal medya ise, tuhaf bir mecra olarak hayatını sürdürüyor. Ünlüler twitter'de hayranları ile iletişim kurar, kimileri aforizma yumurtlarken, Facebook'ta yaşayan bir takım insanlar ise gruplaşmalar ve birbirine saldırmalar, hakaret etmeler, asparagas haberler, feyk hesaplarla gündem oluşturulmaya çalışıyor.

Yani buralar eskiden hep dutluktu ama noldu, naptıksa hayatın tadını tuzunu kaçırdık biraz sanki. Bunda toplumda yaşanan kutuplaşmanın, siyasiler arasındaki sert sözlerin ve terör olaylarının çok önemli bir katkısı olduğu aşikar.


Oysa bir insan ne zorluklarla dünyaya geliyor.  Nasıl büyüyüp, nasıl binbir güçlükle yetişiyor. "Trafikte hatalı solladı kaza yaptı öldü. Teroristti, ıslah olmadı öldü. Güvenlik gücüydü, askerdi, polisti şehit edildi. Kadın'dı şiddet gördü, evden kaçtı, öldürüldü. Çocuktu tacize ve tecavüze uğradı öldürüldü." 


Birbirimizle savaşmak ve öldürmek için ne çok sebebimiz var. Ne kolayca elimiz tetiğe gidiyor. Oysa hayat çok güzel. Esas olan yaşamak. Yazık değil mi bize ey insanlar?



-- Bu güne kadar  dünyada savaşarak çözülmüş hiç bir sorun yok. Lütfen bir de sevişerek deneyin... 

Facebooktan işler

4 yorum:
Bloggerin yasaklanması ile başladı herşey. Önce insanların hevesi kursağında kaldı. Ardından iştahları kesilip gitti. Sonra Facebook ve Twitter hızla yayıldı ve blog yazıp çizen insanlar birden sosyal medya canavarı oldular.

Uzun süre dirensem de sonunda sürüye ben de katıldım. Gel gör ki her an online olmaya, her an aforizma yumurtlamaya çalışmak yorucu ve insanı tüketen bir durum. Üstelik yazıp çizdiklerinizin su üstüne yazı yazmaktan pek farkı olmuyor.

Hal böyle olunca, dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönmek en güzeli dedim. Kısa ve öz de olsa blogda birşeyler yazıp çizmeli ve olabildiğince Facebooktan ortamlardan uzak durmalı.

Sizi bilmem ama iletişimin bu denli hızlı olduğu ortamlar benim bünyede ters etki yapıyor. İşten güçten kalmak da işin cabası.

Tekrar buralarda paylaşımdayım...
Bloggerin yasaklanması ile başladı herşey. Önce insanların hevesi kursağında kaldı. Ardından iştahları kesilip gitti. Sonra Facebook ve Twitter hızla yayıldı ve blog yazıp çizen insanlar birden sosyal medya canavarı oldular.

Uzun süre dirensem de sonunda sürüye ben de katıldım. Gel gör ki her an online olmaya, her an aforizma yumurtlamaya çalışmak yorucu ve insanı tüketen bir durum. Üstelik yazıp çizdiklerinizin su üstüne yazı yazmaktan pek farkı olmuyor.

Hal böyle olunca, dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönmek en güzeli dedim. Kısa ve öz de olsa blogda birşeyler yazıp çizmeli ve olabildiğince Facebooktan ortamlardan uzak durmalı.

Sizi bilmem ama iletişimin bu denli hızlı olduğu ortamlar benim bünyede ters etki yapıyor. İşten güçten kalmak da işin cabası.

Tekrar buralarda paylaşımdayım...

Çok okunan yazılar