Siz neyi test ediyorsunuz kardeşim?

Hiç yorum yok:
Milletin sabrını mı, daha ne kadar ayrışabileceğini mi?
Sizin kör çekişmelerinize ne kadar daha sabredeceğinizi mi? Taraftarlarınızın, fanatiklerinizin ne kadar olduğunu mu?

Sözüm iktidar ve muhalefet partilerine. Al birini, vur ötekine bir inatlaşmanın içine düşmüş iki parti, iki lider kör dövüşü yapıyor. Üstelik de "Cumhuriyet" gibi ortak bir değer üzerinden.

Neymiş Miting düzenleyecekmiş muhalefet, iyi bayramı mı buldunuz? Neymiş güvenlik sorunu varmış, istihbarat almış iktidar. İyi de senin görevin güvenlik tedbirleri almak değil mi? Artık rahatça bayram kutlamayacak mıyız?

Dahası bu tip kutlamalar eskiden protokol ve emrivakilik yüzünden hoş karşılanmazken, şimdi toplumsal bir destek buluyor. Bu halkla beraber kutlamaktan neden gocunuyorsunuz ki. Ya da muhalefet neden her kutlamayı provakosyana çevirmek zorunda hissediyor kendini.
 
Bizzat başbakan dahil, iktidardan her bakanın katıldığı toplantılarda organize olarak "yuh"landığı gözden kaçmıyor. Hoş bu hal muhalefet partisinin geçmişine bakıldığında çok da bilinmedik birşey değil. Bizzat başbakan dahil, iktidar partisi yetkilileri de "sKim dinlesin Hasanı" tarzında muhalefeti hiç bir konuda iplemiyor, dikkate almıyor.
 
Bir bayram kutlaması yaparken bile bu denli zıtlaşma varsa ülkede iktidar-muhalefet birbirine güvenmiyor demek ki. Ya da başka hesapları var herkesin. Neden birlikte organize olup bu bayramı bayram gibi değil de miting gibi kutlarız ki. 1 Mayıs'ı yıllarca kavgalı dövüşlü kutladıkta ne oldu? Cam çerçeve indirdik de ne oldu.
 
Şu görüntüler muhalefetin işine geliyor olabilir ama iktidara düşen bu oyunu bozmak değil midir? Olası güvenlik risklerine karşı kontrollü bir şekilde miting de düzenlenebilir di. Neden olmasın. Bir TÜSİAD toplantısında kuzu kuzu yanyana oturanların bir bayramda, hele "Cumhuriyet Bayramında" biraraya gelememesine ne demeli?

İktidar sahipleri, neden kendilerini yıpratmak için bu denli muhalefetin ekmeğine yağ sürüyor, ya da yangına benzin taşıyorlar şahsen anlamış değilim. Öte yandan Ana muhalefetin muhatap alınmamak yüzünden gözünün kör olması, ülkede yaşanan sıkıntıların çözümünde değil büyümesinde "taraf" olmasına yol açacak adımlar atması da afedersiniz ama "salakça" geliyor bana.

Bu millet bayrağına da bayramına da sahip çıkmasını bilir. Seçim meydanlarında ne "Cumhuriyet" düşmanlığı ne de "Cumhuriyet adına provakasyon yapmak" oy getirecektir. Bu toplumu gerdiğinizle kalırsınız. Yapmayın, etmeyin, bayramlara da bizlere de yazık etmeyin.

Gelin bayramları bayram gibi kutlayalım. Eskisinden daha güzel, daha coşkulu. Hep eleştirirsiniz ama bir 23 Nisan'da çocukların yaptığı kadar şu bayram kutlamasını koskoca adamlar beceremiyorsa, o çocuklara bir dahaki 23 Nisan'da koltuklarınızı temelli bırakın gidin efendiler...


Not: Bu ülkenin düşmanlarına bir yerleriyle bize gülme şansı veren her meclis, kapattığı sandığı darbe kapılarını ardına kadar açtığının farkında değildir. (Bkz. 12 eylül öncesi parlemento ve siyasi parti liderlerinin uzlaşmaz tutumları)

Milletin sabrını mı, daha ne kadar ayrışabileceğini mi?
Sizin kör çekişmelerinize ne kadar daha sabredeceğinizi mi? Taraftarlarınızın, fanatiklerinizin ne kadar olduğunu mu?

Sözüm iktidar ve muhalefet partilerine. Al birini, vur ötekine bir inatlaşmanın içine düşmüş iki parti, iki lider kör dövüşü yapıyor. Üstelik de "Cumhuriyet" gibi ortak bir değer üzerinden.

Neymiş Miting düzenleyecekmiş muhalefet, iyi bayramı mı buldunuz? Neymiş güvenlik sorunu varmış, istihbarat almış iktidar. İyi de senin görevin güvenlik tedbirleri almak değil mi? Artık rahatça bayram kutlamayacak mıyız?

Dahası bu tip kutlamalar eskiden protokol ve emrivakilik yüzünden hoş karşılanmazken, şimdi toplumsal bir destek buluyor. Bu halkla beraber kutlamaktan neden gocunuyorsunuz ki. Ya da muhalefet neden her kutlamayı provakosyana çevirmek zorunda hissediyor kendini.
 
Bizzat başbakan dahil, iktidardan her bakanın katıldığı toplantılarda organize olarak "yuh"landığı gözden kaçmıyor. Hoş bu hal muhalefet partisinin geçmişine bakıldığında çok da bilinmedik birşey değil. Bizzat başbakan dahil, iktidar partisi yetkilileri de "sKim dinlesin Hasanı" tarzında muhalefeti hiç bir konuda iplemiyor, dikkate almıyor.
 
Bir bayram kutlaması yaparken bile bu denli zıtlaşma varsa ülkede iktidar-muhalefet birbirine güvenmiyor demek ki. Ya da başka hesapları var herkesin. Neden birlikte organize olup bu bayramı bayram gibi değil de miting gibi kutlarız ki. 1 Mayıs'ı yıllarca kavgalı dövüşlü kutladıkta ne oldu? Cam çerçeve indirdik de ne oldu.
 
Şu görüntüler muhalefetin işine geliyor olabilir ama iktidara düşen bu oyunu bozmak değil midir? Olası güvenlik risklerine karşı kontrollü bir şekilde miting de düzenlenebilir di. Neden olmasın. Bir TÜSİAD toplantısında kuzu kuzu yanyana oturanların bir bayramda, hele "Cumhuriyet Bayramında" biraraya gelememesine ne demeli?

İktidar sahipleri, neden kendilerini yıpratmak için bu denli muhalefetin ekmeğine yağ sürüyor, ya da yangına benzin taşıyorlar şahsen anlamış değilim. Öte yandan Ana muhalefetin muhatap alınmamak yüzünden gözünün kör olması, ülkede yaşanan sıkıntıların çözümünde değil büyümesinde "taraf" olmasına yol açacak adımlar atması da afedersiniz ama "salakça" geliyor bana.

Bu millet bayrağına da bayramına da sahip çıkmasını bilir. Seçim meydanlarında ne "Cumhuriyet" düşmanlığı ne de "Cumhuriyet adına provakasyon yapmak" oy getirecektir. Bu toplumu gerdiğinizle kalırsınız. Yapmayın, etmeyin, bayramlara da bizlere de yazık etmeyin.

Gelin bayramları bayram gibi kutlayalım. Eskisinden daha güzel, daha coşkulu. Hep eleştirirsiniz ama bir 23 Nisan'da çocukların yaptığı kadar şu bayram kutlamasını koskoca adamlar beceremiyorsa, o çocuklara bir dahaki 23 Nisan'da koltuklarınızı temelli bırakın gidin efendiler...


Not: Bu ülkenin düşmanlarına bir yerleriyle bize gülme şansı veren her meclis, kapattığı sandığı darbe kapılarını ardına kadar açtığının farkında değildir. (Bkz. 12 eylül öncesi parlemento ve siyasi parti liderlerinin uzlaşmaz tutumları)

Korkular, takıntılar, bağımlılıklar (Mim)

18 yorum:

Hepimizde var değil mi? 

Ha pardon sizde yoktu. Siz hiç kimseden ve hiç birşeyden korkmazdınız di mi Yusuf Yusuf bey?
Hayatımıza yön verir hale geldiğinde "hastalığa" dönüşen, ancak birlikte yaşamak zorunda olduğumuz korku ve takıntılarımız var. Kısaca "fobi" diye kategorize edilen korkular ve "Obsesif" davranışlar. Bir de bağımlılıklar işte.

-Korkularım:
Ben eskiden Annem, Babam ölür diye korkardım. Sonra çocuklar için aynı kaygıyı duymaya başladım.
Takıntılarıma takılıp kalmaktan korkuyorum bir de. Bu yüzden çevre temizliği ve geri dönüşüme o kadar duyarlı olduğum halde bir gün çöp ev sahibi bir adam olmamak için bu konuda kayıtsız kalmaya çalışıyorum.

Bir başka korkum "yükseklik" bu korkumu bilmeme rağmen özellikle yüksek yerlere çıkarak bunu yenmeye çalıştım. Çocukken minare tepelerinde gezerdim.
Gece ölüp kalmaktan, aynaya baktığımda ya da karanlıkta merdiven çıkarken peşimden birinin geldiği düşüncesinden de korkarım.

Korkulması normal olan bir korku da imansız ve büyük bir kabahat halinde bu dünyadan gitmek. Azrail alıp götürdüğünde elin şeyinde ya da helanın bir köşesinde ölüp kalmak gibi korkuları da olabilir insanın.

Trafik kazaları, yaralanma ve yanıklar korkutur beni. O yüzden uzun yolda araç kullanmaya ve sıkışık trafiğe gelemem. Ayrıca kan ya da kanamalı yara görmeye dayanamam, buna rağmen bu rahatsızlığımın üstüne üstüne giderim.

Silahlardan ve silah taşıyan insanlardan rahatsız olurum. Şeytan doldurur diye korkarım. Bir başka korkum da  "öfkemi kontrol edememek" Sabrım taştığında kendimden bile korkarım.

Korku filmi seyretmekten, Zombilerden korkarım ama inatla bu tür filmleri izlerim. Korkumla yaşamaya veya onu aşmaya çalışırım. Kıyametten değil ama depremden korkar, her Türk gibi yine de ciddi bir önlem almadan yatar uyurum.

Uzun yola gitmeyi severim ama gittiğim yerde kalmak istemem. Orada insanlarla iletişim kurmak konusunda korkak davranırım. Özellikle kadınlarla iletişim kurarken ter basar. Utanır sıkılırım.

-Takıntılarıma gelince. İlki simetri takıntısı. Çok temiz olmasada herşeyin düzenli olmasını isterim. Bu takıntıma rağmen duvara düzgün bir tablo asmayı başaramam.

İkincisi anahtar, kapı, kilit takıntısı. Bir yere giderken ocağı kapattım mı, kapıyı kilitledim mi. Ehliyetim, cüzdanım yanımda mı diye bir kaç kez kontrol ettiğim olur.

Bir de son dakika takıntım var. Bir yere yetişirken, bir yolculuğa çıkarken nedense son dakikaya kalırım. Bu takıntımı yenmek için de saatimi 5 dk. ileri aldığım olur. Her şey tamam  olmasına rağmen acaba birşey mi unuttum diye düşünür oyalanırken bir şeyler bulur ve oyalanırken geç kalırım. Geç kalırım dediğim otobüs kaçırdığım vaki değildir ama son dakikada yetişmişliğim çoktur.

Son dakika takıntıma en kötü örnek ise kırmızı yanacak diye yaya geçidinde bekleyip bekleyip, herkes geçiyor daha vakit var diye son anda yola fırlamamdır. Bir gün bir arabanın altında kalacağım bu yüzden.


Hepimizde var değil mi? 

Ha pardon sizde yoktu. Siz hiç kimseden ve hiç birşeyden korkmazdınız di mi Yusuf Yusuf bey?
Hayatımıza yön verir hale geldiğinde "hastalığa" dönüşen, ancak birlikte yaşamak zorunda olduğumuz korku ve takıntılarımız var. Kısaca "fobi" diye kategorize edilen korkular ve "Obsesif" davranışlar. Bir de bağımlılıklar işte.

-Korkularım:
Ben eskiden Annem, Babam ölür diye korkardım. Sonra çocuklar için aynı kaygıyı duymaya başladım.
Takıntılarıma takılıp kalmaktan korkuyorum bir de. Bu yüzden çevre temizliği ve geri dönüşüme o kadar duyarlı olduğum halde bir gün çöp ev sahibi bir adam olmamak için bu konuda kayıtsız kalmaya çalışıyorum.

Bir başka korkum "yükseklik" bu korkumu bilmeme rağmen özellikle yüksek yerlere çıkarak bunu yenmeye çalıştım. Çocukken minare tepelerinde gezerdim.
Gece ölüp kalmaktan, aynaya baktığımda ya da karanlıkta merdiven çıkarken peşimden birinin geldiği düşüncesinden de korkarım.

Korkulması normal olan bir korku da imansız ve büyük bir kabahat halinde bu dünyadan gitmek. Azrail alıp götürdüğünde elin şeyinde ya da helanın bir köşesinde ölüp kalmak gibi korkuları da olabilir insanın.

Trafik kazaları, yaralanma ve yanıklar korkutur beni. O yüzden uzun yolda araç kullanmaya ve sıkışık trafiğe gelemem. Ayrıca kan ya da kanamalı yara görmeye dayanamam, buna rağmen bu rahatsızlığımın üstüne üstüne giderim.

Silahlardan ve silah taşıyan insanlardan rahatsız olurum. Şeytan doldurur diye korkarım. Bir başka korkum da  "öfkemi kontrol edememek" Sabrım taştığında kendimden bile korkarım.

Korku filmi seyretmekten, Zombilerden korkarım ama inatla bu tür filmleri izlerim. Korkumla yaşamaya veya onu aşmaya çalışırım. Kıyametten değil ama depremden korkar, her Türk gibi yine de ciddi bir önlem almadan yatar uyurum.

Uzun yola gitmeyi severim ama gittiğim yerde kalmak istemem. Orada insanlarla iletişim kurmak konusunda korkak davranırım. Özellikle kadınlarla iletişim kurarken ter basar. Utanır sıkılırım.

-Takıntılarıma gelince. İlki simetri takıntısı. Çok temiz olmasada herşeyin düzenli olmasını isterim. Bu takıntıma rağmen duvara düzgün bir tablo asmayı başaramam.

İkincisi anahtar, kapı, kilit takıntısı. Bir yere giderken ocağı kapattım mı, kapıyı kilitledim mi. Ehliyetim, cüzdanım yanımda mı diye bir kaç kez kontrol ettiğim olur.

Bir de son dakika takıntım var. Bir yere yetişirken, bir yolculuğa çıkarken nedense son dakikaya kalırım. Bu takıntımı yenmek için de saatimi 5 dk. ileri aldığım olur. Her şey tamam  olmasına rağmen acaba birşey mi unuttum diye düşünür oyalanırken bir şeyler bulur ve oyalanırken geç kalırım. Geç kalırım dediğim otobüs kaçırdığım vaki değildir ama son dakikada yetişmişliğim çoktur.

Son dakika takıntıma en kötü örnek ise kırmızı yanacak diye yaya geçidinde bekleyip bekleyip, herkes geçiyor daha vakit var diye son anda yola fırlamamdır. Bir gün bir arabanın altında kalacağım bu yüzden.

İyi ki vaktiyle ölmüşsün be dede

4 yorum:
Hiç dedem olmadı benim. İyi ki de olmamış, daha doğrusu ben doğmadan iyi ki ikisi de ölmüşler. Çünkü ben ninelerimi çok severdim ve elimde imkan olsa dedelerimi döverdim.

Her ikisi de talihsiz ama benim için, talih olan kadınlardı çünkü ninelerim.

Ninelerimin ellerinde büyüdüm. Anlattıkları öyküleri dinledim. Sonra aklım biraz erdiğinde yaşam hikayelerini, çektikleri sıkıntıları dinleyerek hüzünlendim.

Bir dedem, oldukça varlıklıymış. Bu yüzden de para ya da huzur batmış olmalı ki ikinci bir eş almış. Bu yeni eşe muhabbeti çok fazla olduğundan ve ninemi çok üzdüğünden olsa gerek, bir gün ninem oturduğu yerden kalkamamış.

O günden sonra da ancak ev içinde bastonla gezerken gördüm onu. Hiç evden dışarı çıkmadı ölene kadar. Onu hep elinde bastonu ve Mona Lisa gibi oturuşuyla hatırladım.

Dedeme dair en sevmediğim öykü ise "Ramazan'da sofraya oturup, orucunu açar açmaz bir bahane bulup sofraya bir tekme atar, öbür eşinin yanına koşarmış." Geride kalanlara sofranın zehir olduğunu söylemeye gerek yok tabi. Bu yüzden, babam dedemi uzun yıllar affetmemiş, kabrine bile gitmemişti.

Diğer dedeme ait anneannemin anlattıklarından hatırladığım ise, dedemin biraz yaramaz olan dayımı "köpeğin doğurduğu" diye azarladığı. Hiç hoş bir söylem değil. Dedem eşi ölmüş yaşlı bir adamken, ikinci eş olarak aneannemi almış. Zaten dayım ve son çocuk olarak annem doğduktan sonra,  pek de uzun yaşamamış.

Anneannemin anlattıklarından hatırladığım en kötü anı ise, dedemin ilk eşinden olan oğullarının miras bölünecek diye ninemi öldüresiye dövmeleri neticesinde ninemin hayata ancak yeni kesilmiş bir koyun derisine sarılarak tutunabildiği ve yıllarca sızıntı halinde akan bir yara ile yaşadığı.

Bugünlerde hemen hemen her gün kadın cinayetlerini okuyoruz gazetelerde. İnternette ve diğer sosyal medya ortamlarında vahşet dolu haberleri duymaya alıştık artık.

Çocuğunun, anne babasının yanında, mahallesinde, çarşıda, pazarda öldürülen kadınlar. Zaten cinnet-cinayet öncesinde de o çocukların yanında dövülüyor olmalılar ki kendini erkek sanan insancıklar kadınlarına uluorta şiddet uygulamaktan, hatta çocuklarının gözü önünde öldürmekten kaçınmıyorlar eşlerini.

Herkesin bir öyküsü var. Acı, tatlı. Ama ne yazık ki bu ülkede hala kadın öyküleri daha dramatik, daha hüzün dolu ve hala çok benzer ya da aynı acılarla dolu.

Bir gün düzelmesi umuduyla...
Hiç dedem olmadı benim. İyi ki de olmamış, daha doğrusu ben doğmadan iyi ki ikisi de ölmüşler. Çünkü ben ninelerimi çok severdim ve elimde imkan olsa dedelerimi döverdim.

Her ikisi de talihsiz ama benim için, talih olan kadınlardı çünkü ninelerim.

Ninelerimin ellerinde büyüdüm. Anlattıkları öyküleri dinledim. Sonra aklım biraz erdiğinde yaşam hikayelerini, çektikleri sıkıntıları dinleyerek hüzünlendim.

Bir dedem, oldukça varlıklıymış. Bu yüzden de para ya da huzur batmış olmalı ki ikinci bir eş almış. Bu yeni eşe muhabbeti çok fazla olduğundan ve ninemi çok üzdüğünden olsa gerek, bir gün ninem oturduğu yerden kalkamamış.

O günden sonra da ancak ev içinde bastonla gezerken gördüm onu. Hiç evden dışarı çıkmadı ölene kadar. Onu hep elinde bastonu ve Mona Lisa gibi oturuşuyla hatırladım.

Dedeme dair en sevmediğim öykü ise "Ramazan'da sofraya oturup, orucunu açar açmaz bir bahane bulup sofraya bir tekme atar, öbür eşinin yanına koşarmış." Geride kalanlara sofranın zehir olduğunu söylemeye gerek yok tabi. Bu yüzden, babam dedemi uzun yıllar affetmemiş, kabrine bile gitmemişti.

Diğer dedeme ait anneannemin anlattıklarından hatırladığım ise, dedemin biraz yaramaz olan dayımı "köpeğin doğurduğu" diye azarladığı. Hiç hoş bir söylem değil. Dedem eşi ölmüş yaşlı bir adamken, ikinci eş olarak aneannemi almış. Zaten dayım ve son çocuk olarak annem doğduktan sonra,  pek de uzun yaşamamış.

Anneannemin anlattıklarından hatırladığım en kötü anı ise, dedemin ilk eşinden olan oğullarının miras bölünecek diye ninemi öldüresiye dövmeleri neticesinde ninemin hayata ancak yeni kesilmiş bir koyun derisine sarılarak tutunabildiği ve yıllarca sızıntı halinde akan bir yara ile yaşadığı.

Bugünlerde hemen hemen her gün kadın cinayetlerini okuyoruz gazetelerde. İnternette ve diğer sosyal medya ortamlarında vahşet dolu haberleri duymaya alıştık artık.

Çocuğunun, anne babasının yanında, mahallesinde, çarşıda, pazarda öldürülen kadınlar. Zaten cinnet-cinayet öncesinde de o çocukların yanında dövülüyor olmalılar ki kendini erkek sanan insancıklar kadınlarına uluorta şiddet uygulamaktan, hatta çocuklarının gözü önünde öldürmekten kaçınmıyorlar eşlerini.

Herkesin bir öyküsü var. Acı, tatlı. Ama ne yazık ki bu ülkede hala kadın öyküleri daha dramatik, daha hüzün dolu ve hala çok benzer ya da aynı acılarla dolu.

Bir gün düzelmesi umuduyla...

Oradan öyle gözüküyordur

2 yorum:
Eski dönemleri eleştirdiğim için iktidarı desteklediğimi düşünen bir çok arkadaşla papaz olmuşluğum vardır. Oysa doğru gördüğünü, bildiğini söylemek başka birşeydir, körü körüne birilerine destek olmak başka birşey. Yalan değil bir kaç arkadaş beni takip listesinden sildi bu yüzden.
Aslında beni sistem eleştirisine iten "yağma hasanın böreği devri" dediğim eski dönemlerde halka yapılan baskılar, özgürlüklerin kısıtlanması, devlet malının yağmalanması ve bazılarının kör bir tutuculuk sergilemeleri ve bu yapılanları savunmalarıydı . 

Beni eleştiren arkadaşlara hep şunu söylerdim. İktidar yanlısı olamam çünkü ben iktidarsızım :p. Neredeyse dünyaya muhalif olarak gelmişiz. Yapılan işleri takdir etsek de insan olarak zaten tam anlamıyla her şeyden memnun olmak yaradılışımıza ters. Çünkü "insan oğlu nankördür." İyi ki de öyledir. Yoksa herşeyle yetinse gelişim, değişim denilen şeyler olmazdı.

 İktidar partisinin "ustalık" dönemi dediği bence bir anlamda hastalık dönemi tüm hızıyla sürüyor. Gerek ülkemizde, gerek çevremizdeki gelişmelerde "büyük devlet numarasına yattığımız" için katkımız büyük. Bütün komşularla hırlaşmaktan dostumuz kalmaması bir yana, iç düşmanımızla barışacağız diye verdiğimiz tavizler bir yana. 

Yine de tüm iyi niyetimle eskiden beri dediğim bir söz: "devlet işleri, bizim gördüğümüz gibi yürümez." diyorum. Her şeyin, özellikle terör, savaş gibi olayların öyle kamuoyunda göründüğü gibi olmadığından neredeyse %100 eminim. Çünkü her ne kadar iletişim çağında gizli bilgi kalmıyor denilse de, sermayesi mermi ve insan olan "savaş"la ilgili atılan adımların öyle, hilesiz, hurdasız, casusluk faaliyetleri, niyet okuma, senaryo, planlamasız yapıldığına inanmıyorum. 

 Bugün yönetimde olanların da, nihayet bu gerçeği gördüğüne inanıyorum. Yine hep dediğim gibi "idealist partilerin iktidar olarak, aşırı uçlarını törpülemeleri gerektiğini öğrenmeleri" iyi bir şeydir. Nitekim belki bir gün "BDP"de iktidar ortağı olarak bu ülkeyi görünenden farklı yönet-e-meyecektir. Çünkü devletler, sizin ne kadar farklı görüşünüz olursa olsun "devlet" gibi yönetilirler. 

"Prof.Dr. İlber Ortaylı'nın Mesut YAR'ın programında dediği gibi "öz evladını işbirlikçi olduğu için işkence ile öldüren Rus Çar'ı da, kardeşlerini ve çocuklarını öldüren padişahlar'da söz konusu "devlet"se "doğru yapmışlardır." Bize bugünkü bakışımızla çok vicdansız, merhametsiz gelse de işin özü malesef budur. Bu yüzden demokrasi şimdilik ulaşılabilmiş en iyi yönetim biçimidir. Buna rağmen ya devlet başa, ya kuzgun leşe denmek zorundadır çoğu zaman. 

Yaşadığımız bu olaylar (artan terör, zamlar, suriye ile savaşın eşiğine gelmemiz, üstü kapalı baskılar) dün olsa, bugün iktidarda olanların neler diyebileceğini tahmin edebiliyoruz hepimiz. Aynı şekilde "yandaş denilen" basının ne tür başlıklar atacağını da.

Ama iktidara gelen herkesin istisnasız dediği gibi "işler  bizim bildiğimiz gibi " yürümüyor. Ya da meşhur fıkrada olduğu gibi, demek ki olaylar oradan öyle gözüküyor...

Suriye krizi nedeniyle güncel not: Savaşmayalım!



Eski dönemleri eleştirdiğim için iktidarı desteklediğimi düşünen bir çok arkadaşla papaz olmuşluğum vardır. Oysa doğru gördüğünü, bildiğini söylemek başka birşeydir, körü körüne birilerine destek olmak başka birşey. Yalan değil bir kaç arkadaş beni takip listesinden sildi bu yüzden.
Aslında beni sistem eleştirisine iten "yağma hasanın böreği devri" dediğim eski dönemlerde halka yapılan baskılar, özgürlüklerin kısıtlanması, devlet malının yağmalanması ve bazılarının kör bir tutuculuk sergilemeleri ve bu yapılanları savunmalarıydı . 

Beni eleştiren arkadaşlara hep şunu söylerdim. İktidar yanlısı olamam çünkü ben iktidarsızım :p. Neredeyse dünyaya muhalif olarak gelmişiz. Yapılan işleri takdir etsek de insan olarak zaten tam anlamıyla her şeyden memnun olmak yaradılışımıza ters. Çünkü "insan oğlu nankördür." İyi ki de öyledir. Yoksa herşeyle yetinse gelişim, değişim denilen şeyler olmazdı.

 İktidar partisinin "ustalık" dönemi dediği bence bir anlamda hastalık dönemi tüm hızıyla sürüyor. Gerek ülkemizde, gerek çevremizdeki gelişmelerde "büyük devlet numarasına yattığımız" için katkımız büyük. Bütün komşularla hırlaşmaktan dostumuz kalmaması bir yana, iç düşmanımızla barışacağız diye verdiğimiz tavizler bir yana. 

Yine de tüm iyi niyetimle eskiden beri dediğim bir söz: "devlet işleri, bizim gördüğümüz gibi yürümez." diyorum. Her şeyin, özellikle terör, savaş gibi olayların öyle kamuoyunda göründüğü gibi olmadığından neredeyse %100 eminim. Çünkü her ne kadar iletişim çağında gizli bilgi kalmıyor denilse de, sermayesi mermi ve insan olan "savaş"la ilgili atılan adımların öyle, hilesiz, hurdasız, casusluk faaliyetleri, niyet okuma, senaryo, planlamasız yapıldığına inanmıyorum. 

 Bugün yönetimde olanların da, nihayet bu gerçeği gördüğüne inanıyorum. Yine hep dediğim gibi "idealist partilerin iktidar olarak, aşırı uçlarını törpülemeleri gerektiğini öğrenmeleri" iyi bir şeydir. Nitekim belki bir gün "BDP"de iktidar ortağı olarak bu ülkeyi görünenden farklı yönet-e-meyecektir. Çünkü devletler, sizin ne kadar farklı görüşünüz olursa olsun "devlet" gibi yönetilirler. 

"Prof.Dr. İlber Ortaylı'nın Mesut YAR'ın programında dediği gibi "öz evladını işbirlikçi olduğu için işkence ile öldüren Rus Çar'ı da, kardeşlerini ve çocuklarını öldüren padişahlar'da söz konusu "devlet"se "doğru yapmışlardır." Bize bugünkü bakışımızla çok vicdansız, merhametsiz gelse de işin özü malesef budur. Bu yüzden demokrasi şimdilik ulaşılabilmiş en iyi yönetim biçimidir. Buna rağmen ya devlet başa, ya kuzgun leşe denmek zorundadır çoğu zaman. 

Yaşadığımız bu olaylar (artan terör, zamlar, suriye ile savaşın eşiğine gelmemiz, üstü kapalı baskılar) dün olsa, bugün iktidarda olanların neler diyebileceğini tahmin edebiliyoruz hepimiz. Aynı şekilde "yandaş denilen" basının ne tür başlıklar atacağını da.

Ama iktidara gelen herkesin istisnasız dediği gibi "işler  bizim bildiğimiz gibi " yürümüyor. Ya da meşhur fıkrada olduğu gibi, demek ki olaylar oradan öyle gözüküyor...

Suriye krizi nedeniyle güncel not: Savaşmayalım!



Gevşeklik

Hiç yorum yok:
"Şemseddin vidaları gevşettin" diye bir tekerleme vardı eskiden. Arkadaşın birini "ti" ye alırken kullanır, o kızarken biz eğlenirdik.

Gevşek insanları severim aslında. Kendim de öyle olduğumdan belki. Her ne kadar tanışmalarda "ciddi" ya da "pısırık" bulunsam da samimiyet kurulduktan sonra "esprili" ve "gevşek" biri olduğum anlaşılır kısa zamanda.

Tabi bu gevşeklik "
sululuk" ya da rahatsız edici olduğunu fark edemeyen insanların gevşekliği gibi değildir. Gevşek olmaktan kasdım argo sözlüğündeki manası ile "ilkesizlik" de değildir.

Ben şahsen samimi sohbetlerde bile uyarmaya gerek kalmadan toparlanır ama bir o kadar da kolayca yeniden cıvıyabilirim. Ne anlatıyorum ki size o kadar. Bilenler bilir işte benim bu halimi.

Aslında ben bürokrat bir ailede yetiştim. Yok yok. Ne annem ne de babam bürokrattı ama evimizin yerleşmiş kuralları vardı, demek istiyorum. Büyüklerden önce çorba kaşıklanmaz. Sofrada diz kaldırılmaz, bağdaş kurulmaz. Yemeğin ortasında "etler" salınsa bile, önünden yenir. Yüksek sesle konuşulmaz. Büyükler hep haklıdır, itiraz edilmez, sözü kesilmez bla bla.

Yazdığımdan çok daha katısını yaşadığım bu kurallara "ipe, ipe" uysam da, içten içe hep isyan etmişimdir. Yine de bugünkü duruma bakıyorum, bu kuralların hiç de fena şeyler olmadığını düşünmeye başlamışım bile. Neden ki?

Çünkü kendinden küçüklerin çenesinden sofrada nefes almaya, iki kelam etmeye zaman kalmıyor. İnsanlar haklı, haksız konuşmayı, hırçınlığı, karşısındaki insanı umarsızca hırpalamayı matah sayıyor. Hatta bazen bunu sevgiye, aşka, sahiplenmeye bağlıyor.

Ya da kendi egosuna kılıf bulup, "ben böyleyim", huyum suyum böyle diyip yırtmayı umuyor. Yani diktatörlükten bıkıp demokrasiyi getirdiğiniz bir iklimde, baskı görenlerin içinden yeni yeni diktatörler çıkmasını engelleyemiyorsunuz.

Evet ben gevşek bir adamım. Neşeli, komik görünmeyi, insanları mutlu etmeyi seven biriyim. Ama bu insanların küstahlaşmasından hoşlandığım, mazoşist olduğum anlamına da gelmiyor. M. Akif'in dediği gibi "kim dedi ki uysal koyunum"

Heyt ulan Monica!
Önünden ye bakim...

"Şemseddin vidaları gevşettin" diye bir tekerleme vardı eskiden. Arkadaşın birini "ti" ye alırken kullanır, o kızarken biz eğlenirdik.

Gevşek insanları severim aslında. Kendim de öyle olduğumdan belki. Her ne kadar tanışmalarda "ciddi" ya da "pısırık" bulunsam da samimiyet kurulduktan sonra "esprili" ve "gevşek" biri olduğum anlaşılır kısa zamanda.

Tabi bu gevşeklik "
sululuk" ya da rahatsız edici olduğunu fark edemeyen insanların gevşekliği gibi değildir. Gevşek olmaktan kasdım argo sözlüğündeki manası ile "ilkesizlik" de değildir.

Ben şahsen samimi sohbetlerde bile uyarmaya gerek kalmadan toparlanır ama bir o kadar da kolayca yeniden cıvıyabilirim. Ne anlatıyorum ki size o kadar. Bilenler bilir işte benim bu halimi.

Aslında ben bürokrat bir ailede yetiştim. Yok yok. Ne annem ne de babam bürokrattı ama evimizin yerleşmiş kuralları vardı, demek istiyorum. Büyüklerden önce çorba kaşıklanmaz. Sofrada diz kaldırılmaz, bağdaş kurulmaz. Yemeğin ortasında "etler" salınsa bile, önünden yenir. Yüksek sesle konuşulmaz. Büyükler hep haklıdır, itiraz edilmez, sözü kesilmez bla bla.

Yazdığımdan çok daha katısını yaşadığım bu kurallara "ipe, ipe" uysam da, içten içe hep isyan etmişimdir. Yine de bugünkü duruma bakıyorum, bu kuralların hiç de fena şeyler olmadığını düşünmeye başlamışım bile. Neden ki?

Çünkü kendinden küçüklerin çenesinden sofrada nefes almaya, iki kelam etmeye zaman kalmıyor. İnsanlar haklı, haksız konuşmayı, hırçınlığı, karşısındaki insanı umarsızca hırpalamayı matah sayıyor. Hatta bazen bunu sevgiye, aşka, sahiplenmeye bağlıyor.

Ya da kendi egosuna kılıf bulup, "ben böyleyim", huyum suyum böyle diyip yırtmayı umuyor. Yani diktatörlükten bıkıp demokrasiyi getirdiğiniz bir iklimde, baskı görenlerin içinden yeni yeni diktatörler çıkmasını engelleyemiyorsunuz.

Evet ben gevşek bir adamım. Neşeli, komik görünmeyi, insanları mutlu etmeyi seven biriyim. Ama bu insanların küstahlaşmasından hoşlandığım, mazoşist olduğum anlamına da gelmiyor. M. Akif'in dediği gibi "kim dedi ki uysal koyunum"

Heyt ulan Monica!
Önünden ye bakim...

Çok okunan yazılar